COVID-19 pandemisinde bir yılı geride bıraktık. Bu süreçte gündemdeki önemli ve çok tartışılan konulardan biri hiç şüphesiz aşı oldu. Sağlık çalışanları olarak ilk doz COVID-19 aşısını olduğumuz bu günlerde, bilimin ve geliştiricilerinin insanlığa en büyük armağanlarından olan aşıların tarihteki yerine bakmak istedim.
Modern anlamda bildiğimiz aşıların geçmişi 18. yüzyıla dayansa da içlerinde tarihçi Joseph Meedham tarafından düzenlenen Science and Civilisation in China adlı serinin bulunduğu bazı kaynaklar, aşıya dair ilk uygulamaların 1500’lü yıllarda görülen çiçek salgını sonucu Çin ve Hindistan’da başlatıldığını söyler. Hatta Ian ve Jennifer Glynn, The Life and Death of Smallpox adlı kitaplarında, 1600 sonlarında İmparator K’ang Hsi’nin çiçek hastalığından çocukken kurtulduğunu ve kendi çocuklarına aşı yaptırdığından bahsetmektedir. İlk yöntemlerin, çiçek hastalığı nedeniyle oluşan yara kabuklarının öğütülmesi ve burundan üflenmesi ya da çiçek hastalarının yaralarından alınan içeriğin sağlıklı kişinin cildine inoküle edilmesi olduğu düşünülmektedir.
1500’lü yıllarda salgınların farkında olanlar sadece Asyalılar değildi …
Modern epidemiyolojinin kurucusu sayılan Fransız doktor Guillaume De Baillou, Paris’te görülen salgınlar hakkında araştırmalar yapmakta idi. Epidemiorum Et Ephemeridum Libri Duo adlı kitabında veba, difteri ve kızamıktan bahsediyordu, 1578’de ise boğmaca hastalığını tanımlayan ilk kişi oldu. 1613 yılı Doktor Agustino tarafından El Año de los Garrotillos (difteri yılı) ilan edilirken İspanya’da neredeyse bir yüzyıl boyunca sürecek difteri salgını devam etmekteydi. O dönemde de hastalığın bulaşıcı olduğu biliniyordu ancak sahip olunan imkanlar ne hastalığın bulaşmasının ne de ölümlerin önüne geçemiyordu. Eski Dünya kıtaları arasında sürekli olarak hastalıklar taşınıyordu ama 15. ve 17. yüzyıllar arasında devam eden Coğrafi Keşifler, Avrupa’ya ait salgınları her iki Amerika kıtasına da götürdü ve yerel halklar çiçek, kızamık, sarı humma ve veba benzeri hastalıklar nedeniyle oldukça büyük kayıplar yaşadı.
Mart 1718’e gelindiğinde İstanbul’da tarihe geçen bir olay yaşanmaktaydı. İngiliz Büyükelçisi’nin eşi Lady Mary Wortley Montagu, büyükelçilik hekimi Charles Maitland’ın gözetiminde 5 yaşındaki oğlu Edward’ı çiçek hastalığına karşı aşılattı. İstanbullu yaşlı bir Rum kadın tarafından yapılan işlemi İngiltere’deki arkadaşına anlattığı mektubunda “… burada bir dizi yaşlı kadın var, bu operasyonu gerçekleştirmeyi kendi işleri haline getirmişler … her sonbaharda binlerce kişiye bunu yapıyorlar … (ve orada) ölen hiç kimse yok.” diye yazmıştı. Lady Montagu, Londra’ya döndüğünde aşı prosedürünü coşkuyla destekledi ancak Doğu halklarına ait bu tedavi süreci başlangıçta büyük bir dirençle karşılaştı. Her şeye rağmen kendi kızına da Doktor Maitland tarafından bu aşıyı uygulattı ve takma isimle de olsa aşıyı destekleyen makaleler yazmaya devam etti.
“1751 yılında Londra’da çiçek nedeniyle 3538 kişinin kaybedilmesi Lady Montagu’yu destekliyordu.”
Neyse ki iki yıl önce immünolojinin babası Edward Jenner doğmuştu, büyüyüp 21 yaşına geldiğinde St. George’s Hospital’da cerrahi ve anatomi eğitimini tamamlayacak ve çiçek aşısına farklı bir soluk getirmek için çalışmalar yapacaktı. Jenner sütçülerin çiçeği hafif geçirdiklerini, hatta hastalıktan korunduğunu fark etmişti, büyükbaş hayvanlarda görülen inek çiçeği nedeniyle hayvanlardaki lezyonlardan bulaşan irin onları bir şekilde bağışıklıyordu. 14 Mayıs 1796’da Jenner, ineklerdeki lezyonlardan elde ettiği aşıyı ilk olarak bahçıvanının 8 yaşındaki oğlu James Phipps’e yaptı. 11 aylık oğlu Robert da dahil olmak üzere 23 vakaya bu aşıyı uyguladı ve bulgularını yayınladı. Latince’de inek anlamına gelen vacca kelimesinin aşı (vaccine) ve aşılama (vaccination) kelimelerine temel oluşturmaktadır.
1800’lerin başında Jenner’in yöntemiyle aşı Avrupa, Rusya ve Amerika’da uygulanır olmuştu. 1836’da Doktor Edward Ballard aşının etkisini arttırmaya çalışırken meslektaşı William Farr, The Lancet dergisindeki yazısında salgınların ileride kendi adıyla anılacak çan eğrisi şeklindeki seyrinden ve aşıya ulaşamadığı için halen Londra’da her gün beş çocuğun öldüğünden bahsediyordu. Bunun üzerine 1840’ta İngiliz hükümeti ücretsiz olarak çiçek aşısının uygulanmasına, 1853’te ise doğan her çocuğa ilk üç ay içinde aşının yapılmasına karar verdi.
Çiçekle mücadele devam ederken diğer bulaşıcı hastalıklar da hız kesmedi tabi. Asya’da özellikle Hindistan’da bir dizi ölümcül kolera salgını patlak vermiş, İngiliz Doktor John Snow, Londra’daki gözlemlerine dayandığı On the Mode of Cholera adlı yayınında koleranın kirli suyla yayıldığını, ince bağırsakların mukozasına yapışan bir malzeme içerdiğini öne sürmüştü. Snow’un yayınından 5 yıl sonra İtalyan Doktor Filippo Pacini, kolera bakterisini hastaların bağırsaklarından mikroskobik olarak gözlemledi ve hastalığın nedeni olarak ileri sürdü hatta bakterinin virgül şekline oluşuna bile dikkat çekti. Hastalarda büyük sıvı ve elektrolit kaybının olduğunu, onların tuz eklenmiş intravenöz su enjeksiyonları ile tedavi edilmesi gerektiğini söyledi. Söyledi söylemesine ancak o dönemde yeterince dikkate alınmadı.
1850’li yıllarda yıldızı parlayan ancak o dönemki kariyerinde daha çok kimya üzerine ilerleyen Louis Pasteur, 1877 yılında hayvancılığı sarsan şarbon hastalığını ve Bacillus anthracis’i tanımlayarak rotasını Tıp bilimine çevirdi. İki yıl içinde Pasteurella multocida için aşı geliştirdi, bu atenüasyon yöntemi ile laboratuvar koşullarında üretilen ilk aşıydı. Tavuklara canlı bakteri enjekte eden ve hastalığın seyrini inceleyen Pasteur, tatile çıkmadan önce asistanına kültürdeki taze bakterileri enjekte etmesini söyledi ancak asistanı unuttu, aradan geçen zaman sayesinde bakteriler zayıfladı, enjeksiyon yapılan tavuklarda hastalığın hafif seyrettiğini gözlediler. Tavuklar iyileştikten sonra canlı bakteri verdiklerinde ise hiçbirinin hastalanmadığını gözlemlediler. 1880’de ise kuduz üzerine çalışmaya başladı, hatta kuduzun değişen inkübasyon süresini kısaltmak için en virülan suşlarla çalıştı ve enfekte materyalleri doğrudan tavşanların beynine enjekte etti. 1885’te aşıyı başarılı bir şekilde kullanana kadar kuduz hakkında çalışmaya devam edecekti.
Tabi ki her şey güllük gülistanlık gitmiyordu. Tarihin ilk aşı karşıtı hareketi olan The Anti-Vaccination Society of America, hastalıkların mikroorganizmalar yoluyla yayılmadığını öne sürdü – ne kadar tanıdık!
19. yüzyıl hekimlerinin de aşı konusunda günümüzle benzer sorunlarla mücadele ettiğini söylemek mümkün.
1890 yılına gelindiğinde ise Shibasaburo Kitasato ve Emil von Behring, kobayları ısıl işlem görmüş difteri toksini ile aşıladılar. Onlardan aldıkları serumlarda difteri toksininin zararlı etkilerini önleyen bir madde olduğunu fark edip, maddeye antitoksin, tedavilerine de serum adını verdiler. Bu sayede 1901’de Tıpta ilk Nobel Ödülü’nü kazandılar.
19. yüzyıldan sonraki tarihsel seyir güncel aşıların bulunması ile devam ettiği için, yazımı aşıların bulunuş yıllarını paylaşarak bitirmek istiyorum. 1896-tifo, 1900’ler-kolera, 1942-difteri, 1950-BCG ve boğmaca, 1955-inaktive polio, 1961-tetanoz, 1962-canlı oral polio ve influenza, 1968-kızamık, 1970-kızamıkçık, 1970’ler-polisakkarid meningokok aşıları, 1982-hepatit B, 1988-KKK, 1992-konjuge Hib ve hepatit A, 2001-DaBT ve pnömokok aşısı, 2008-HPV, 2013- rotavirus ve zona, 2015- meningokok B ve ACWY.
Son söz olarak
Bakteriyolojihane Osmanlı Devleti’nde 1892 yılında kuruldu. Aynı yıl ilk çiçek aşısı üretim evinin hizmet verdiğini biliyoruz. Cumhuriyet yıllarında kuduz, kolera, dizanteri, veba, tifüs, difteri, tetanoz ve influenza aşıları ve tetanoz, gazlı gangren, difteri, kuduz, şarbon akrep serumları ülkemizde üretilmektedir. Ancak ülkemizde -maalesef- 1997’de BCG aşı üretiminin kesilmesi ile aşı üretimi tamamen durdu. Aşı üretimine devam edebilmemiz öncelikli temennilerimden biridir.
“Çiçek hastalığının eradike edilmesi elde ettiğimiz en önemli küresel başarıydı”
Diğer bir nokta da Dünya’da ilk yok edilmiş hastalık olan çiçek hastalığı… Dünya Sağlık Örgütü, hastalığın eradike edildiğini 8 Mayıs 1980’de 33. Genel Kurulu’nda resmi olarak duyurdu, onayladı. Bir de çocuk felci aşısının mucidi Jonas Salk’tan bahsetmek istiyorum. 1955’te kullanıma giren inaktive edilmiş aşının patenti üzerine kendisine yöneltilen soruya ‘Patent yok. Güneşin patentini alabilir misiniz?’ yanıtını öğrencilik yıllarında duymayan kaldığını sanmıyorum. Modern Tıp ve aşılar konusunda bugüne gelmemizi sağlayan bütün bilim insanlarına şükranla, eradike edilecek nice hastalıklar dileğiyle.