Acil Tıp Bülteni
  • Hakkımızda
    • Hakkımızda
      • Önsöz
      • Yayın İlkeleri
    • Künye
      • Dergi Ekibi
    • İletişim
  • Gündem
  • Hobi
  • Röportaj
  • Seyahat
  • Sizden Gelenler
  • Sayılar
  • İletişim
Aidat Ödemesi Bağış
Acil Tıp Bülteni
  • Hakkımızda
    • Hakkımızda
      • Önsöz
      • Yayın İlkeleri
    • Künye
      • Dergi Ekibi
    • İletişim
  • Gündem
  • Hobi
  • Röportaj
  • Seyahat
  • Sizden Gelenler
  • Sayılar
  • İletişim
  • Üye Girişi
Pazar, 15 Haziran, 2025
Son Yazılar
Sağlıkta Şiddet Yasası
Güzel Şehir Van
Ocak 2025 sayımız çıktı. İyi okumalar.
’Bilimin Işığında’ Projesi Devam Ediyor
Bol Sosyal Programlı Özlenen Kongre
Acil Tıp Bülteni
Acil Tıp Bülteni
Aidat Ödemesi
  • Hakkımızda
    • Hakkımızda
      • Önsöz
      • Yayın İlkeleri
    • Künye
      • Dergi Ekibi
    • İletişim
  • Gündem
  • Hobi
  • Röportaj
  • Seyahat
  • Sizden Gelenler
  • Sayılar
  • İletişim
Copyright 2024 - All Right Reserved
HobiMercekTATDsosyal

Cennetin Rüzgarları

by İbrahim ALTUNOK 25 Mart 2022
written by İbrahim ALTUNOK

“Cennetin rüzgarları atın iki kulağının arasından eser.”

Arap Atasözü

Merhaba Acil Servis’lerin yoğunluğunu göğüsleyen sevgili meslektaşlarım, kader arkadaşlarım! Malumunuz, hepimiz yiğidin harman olduğu yer olan Acil Servis’lerde yoğun iş yüküne ve strese maruz kalıyoruz. Bu yükün benliğimizde yarattığı yangıyı bir şekilde dindirmek hem ruh hem de beden sağlığımız için elzem. Bu amaçla kimimiz doğaya yöneliyor, kimimiz sanata, kimimiz de spora ve ya farklı hobilere. Ben de bu yazımda sizlere kimimizin aşina olduğu, kimimizin ise yapmak isteyip cesaret edemediği bir alternatif olan atlıspordan ve bu sporun Acil Tıp anlamında size katabileceklerinden bahsedeceğim. Haydi başlayalım!

“Stres yönetimi biz acilciler için önemli bir sorun”

Çoğumuzun en büyük problemlerinden biri olan stres yönetimi açısından bakalım mesela. Atların stres yönetiminde ne kadar da işinin ehli kılavuzlar olduğunu gördüğünde ilk anda şaşırıyor insan. Atlar bunu, insana gündelik keşmekeşin içinden sıyrılıp “anı yaşamayı” öğreterek yapıyorlar. At sırtında iken, atınızı tımar ederken ya da onunla oyun oynarken geçirdiğiniz dakikalarda gündelik hayatın stresinden sıyrılıp içinde bulunduğunuz ana odaklanabiliyorsunuz. Hele bir de at ile doğada gezinti yapma imkanınız varsa, değmesinler keyfinize!

“Atlardan anı yaşamayı öğreniyorsunuz”

İlkbaharda tatlı bahar güneşinin ısıttığı kırlarda ve ormanlarda taze ot ve çiçek kokularını içinize çekebilir, kışın karla kaplı arazilerde gezinebilir, sonbaharda sapsarı buğday tarlaları arasında ilerlerken rüzgarın ekinlerle fısıldaştığını dinleyebilirsiniz. İşte bu anları yaşarken, acilin stresinden dörtnala uzaklaşıyor insan. Bir nevi meditasyon gibi de diyebiliriz. Kendimden örnek verecek olursam, stres dolu geçen bir haftanın sonunda atlarla geçirdiğim birkaç saat benim tüm stresimi alıp götürüyor. Bu yüzden bu saatleri iple çekiyorum.

“Atlar ekip çalışması ve liderlik becerileri eğitimlerinin  vazgeçilmezi”

Günümüzde birçok üst düzey şirket, çalışanlarının ekip çalışması ve liderlik becerilerini geliştirmek için atlar eşliğinde düzenlenen eğitimler vermektedir. Bu eğitimlerde sağlıklı bedensel iletişim, özgüven, empati kurma, yönlendirme, karşılıklı güven ve liderlik konuları işlenmektedir. Acil servislerde bizlerin de çokça ihtiyaç duyduğu bu becerileri geliştirebilmek için illa bunların kursunu almanıza gerek yok aslında. Onlarla zaman geçirdikçe atlar size bunu öğretiyor zaten. Kelimelere ihtiyaç duymadan iletişim kurmayı öğreniyorsunuz. Nelerden hoşlandıklarını nelerden hoşlanmadıklarını, neye heyecanlandıklarını, nelerden korktuklarını, neyden keyif aldıklarını anlayabilmeyi öğreniyorsunuz. Öte yandan onlar da sizi anlamayı öğreniyorlar. Tek kelime sarf edilmeden meydana gelen bu iletişim eşi benzeri olmayan bir bağ oluşturuyor aranızda. Ben, atlar sayesinde kazandığım bu iletişim becerisinin meslek hayatımda da bana çok şey kattığını deneyimledim.

“At üzerinde geçirdiğiniz bir saatte yüksek tempolu bir egzersiz ile aynı kaloriyi yakıyorsunuz.”

Ata binmek, sedanter yaşam tarzından hoşlanmayan ya da spor yapıp fit olmak isteyenler için de oldukça cazip. Nasıl olacak ki? Atın üstünde sadece oturuyorsun bütün işi at yapıyor diyenleri piste davet etmek isterim.  Ata binmek neredeyse tüm kaslarınızı çalıştıran bir spor. Bir saat ata bindiğinizde yaktığınız kalori, bir saat yüksek yoğunluklu jimnastik egzersizi yapmanız ve ya bir saat yüksek tempolu yürüyüş yapmanızla eşdeğerdir. Düzenli ata binmek tüm vücudumuzu sıkılaştırmanın yanı sıra dayanıklılığınızı ve denge kabiliyetinizi arttırır.

“Kelimelere ihtiyaç duymadan çok güçlü bir bağ kuruyorsunuz”

Bir atın gözlerini içine baktığınız, onun ipeksi tüylerine dokunduğunuz, onunla her ikinizin de keyif aldığını hissettiğiniz gezintilere çıktığınızda ya da siz onu okşarken atınız mayışıp başını sizin omzunuza yasladığında hissettiğiniz bağ, ruhunuzun en derin köşelerine dokunur. Bu harikulade canlılarla bağ kurabilme şansına sahip olabilirseniz, bir at ile kurabileceğiniz bağın size çok şey kattığını göreceksiniz.

“Bir zamandan sonra en iyi dostunuz oluyorlar”

Bir keresinde rahatsızlandığım için atlıspor kulübüne üç hafta kadar gidememiştim. Üç haftanın sonunda tekrar kulübe geldiğimde, atım taa uzaktan beni görür görmez kişneyip başını sallayarak beni selamlamış, yanına vardığımda da kafasını bana sürterek hasret gidermişti. Aramızda bir bağ olduğunu biliyordum ama bu kadar kuvvetli bir bağ olduğunu ilk o zaman fark etmiş ve çok duygulanmıştım.

Yukarıda da bahsettiğim gibi, ata binmek size çok şey katar: eğlence, keyif, huzur, mutluluk, özgüven, liderlik ve takım çalışması becerileri, heyecan, sabır…

Özetle, atlar neye ihtiyacınız varsa onu size sunacak kadar cömertler!

Bu yazı Acil Tıp Bülteni’nin Eylül 2021 tarihli 9. sayısında yayımlanmıştır.

25 Mart 2022 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
HobiRöportajTATDsosyal

Antalya’nın Gururları

by İbrahim ALTUNOK 22 Mart 2022
written by İbrahim ALTUNOK

Can Sırasöğüt
2010 Antalya doğumluyum. Antalya Bahçeşehir Parkorman 5B sınıfında öğrenimime devam ediyorum. Bir yaşımda çok rahat kalem tutup duvarlara araba resmi çiziyormuşum. 3 yaşımda Antalya genelinde düzenlenen resim yarışmasında ilk il birinciliğimi aldım.

Can Sırasöğüt ilk birinciliğinde kazandığı bisiklet ödülünü hiç unutamadığını söylüyor. “Boyumdan çok büyük bir bisiklet ödülü kazanmıştım. Bu başarı benim hayattaki tüm sınavlarımda motivasyon kaynağım oldu. Şu ana kadar Antalya ili genelinde düzenlenen resim yarışmalarında 11 kez il birincisi oldum. Ülke çapında ise Milli Savunma Bakanlığı, Dış İşleri Bakanlığı, TRT ve EBA tarafından düzenlenen 4 ayrı ulusal resim yarışmasında Türkiye birinciliği ve  Türkiye ikinciliğim var.  Bundan dolayı insanlar kardeşim ve  bana ‘’ANTALYA’NIN GURURLARI’’ deyince çok mutlu oluyoruz. İkimizin hislerinin de sanatla tüm Türkiye’ye ulaşabilmesi çok muhteşem. Resim, müzik ve genel kültür genel yetenek alanlarında üstün yetenekli birey olarak tanımlandım. Antalya Kepez Bilsem öğrencisiyim. Piyano çalıyorum. Babamla birlikte konser verdik. TÜBİTAK için Siber Güvenlik Projesi geliştirdim ve Proje Yarışmasında bölge 1.’si oldum. Böylece Türkiye Finaline çıkma hakkı kazandım. PC oyunu tasarlamak ve oynamak en büyük tutkum. 

“Doktorları heybetli bir Anka Kuşuna benzetiyorum”

Türkiye Acil Tıp Derneği için yaptığım resmimde dedemi ve çalışma arkadaşlarını anlattım. Dedem  Dr. Ayhan Deyirmenci uzun yıllar Antalya Eğitim Araştırma Hastanesi Acil Servisinde doktorluk yaptı. Bebekliğimde ilaç alerjisinden dolayı nefes alamayacağımı fark edince hızla müdahale etmiş. Resimdeki heybetli Anka Kuşu dedemi temsil ediyor. Doktorların hızını, gücünü, zekasını ve dayanıklılığını simgeliyor. Boynuna taktığım çiçek ise minnettarlığımızı gösteriyor.

“Evime güneş doğdu”

İlkokul 2. sınıftayken bembeyaz yeni boyattığı odanın duvarının üst kısmına çizdiğim güneş resmine kızmayan,  gülerek ‘’evime güneş doğdu’’ deyip yıllardır güneşimi silmeyen anneannem ve dedeme de sanatımı destekledikleri için minnettarım.

“Dedemin mesleğine olan aşkını örnek alıyorum”

Dedem Tıp Fakültesi son sınıfta memleketi Burdur’a giderken yolda  meydana gelmiş bir otobüs kazası görüyor. Hemen müdahale edip çok tatlı bir kız çocuğunun hayatını kurtarıyor. Kurtardığı sevimli kızın ismi Meltem. Dedem, bu olay yaşandığında anneannemle evliler ve annem dünyaya gelmek üzereymiş. Bugün bana annemin ismini sorarsanız, tabii ki Meltem. Anlayın dedem mesleğine nasıl aşkla bağlı. Bu yüzden dedemi severek örnek alıyorum.’’

Yazımıza Denizhan Sırasöğüt ile devam ediyoruz. Denizhan Can ın küçük kardeşi;

Denizhan Sırasöğüt
Antalya’da doğdum. 4 yaşında kendi kendime okumayı öğrendim. Gülsüm Ahmet Şimşek Anaokulu öğrencisiyim. Bic Kids 6. Ulusal Resim Yarışması’nda Türkiye 1. si oldum

‘Abim  ressam olduğu için çok şanslıyım’

‘Okul müdürüm Tuba Özkır abimin de anaokulundayken müdürüymüş. 3 yaşındaki il birinciliğini kazandığı yarışmaya katılması için onu yönlendirmiş. Bana herşeyi abim öğretti. Şimdi de İngilizce öğretiyor bana.

‘Abimin – Resmin çok güzel, sen de Türkiye 1.si olabilirsin. Ben sana inanıyorum – demesi ile başladı herşey’ 

Bic  Kids 6. Ulusal Resim Yarışması’nda  Türkiye 1. si oldum. Antalya İl Milli Eğitim Müdürü Hüseyin öğretmenim, abim ve benimle tanışmak istedi ve tebrik etti. Çünkü abim de ben de ulusal resim yarışmalarında Türkiye Şampiyonu olduk.

‘Resim yaparken özgür hissediyorum’

En çok fırça kullanarak resim yapmayı seviyorum. Futbol ve satrançta da ustayım. Şimdi Türkiye Acil Tıp Derneği’nin 4. Ulusal Resim Yarışması’nda Türkiye üçüncüsü oldum. Bu Türkiye çapında sanatımın çok beğendiklerinin göstergesi.

‘Dedem benim pelerinli süper kahramanım’

Resmimin adı ‘KAHRAMAN  DOKTOR  DEDEM’.  Dedem  Dr. Ayhan DEYİRMENCİ çok eğlenceli.  Vakit buldukça bizimle oynuyor.  Bu yüzden onu çok seviyoruz.  Resimdeki Melek kanatları ve arkasındaki süper kahraman pelerini olan dedem.  Gözlüklerini de yaptım.  Arkadaşlarıyla hastaların hayatını kurtarıyor. Hepsi süper kahramanlar. Resmimin tepesindeki yeşil çimende oynayan balonlu bebek ben, uçurtmalı olan annem, zıplayan kişi ise abim doktor olmuş. Süper kahramanlar sayesinde Covit bitince abimle neşeyle oynuyoruz.’

Bu yazı Acil Tıp Bülteni’nin Eylül 2021 tarihli 9. sayısında yayımlanmıştır.

22 Mart 2022 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
MercekSizden GelenlerTATDsosyal

Acil Serviste İş Arkadaşlarıyla İlişkiler

by İbrahim ALTUNOK 19 Mart 2022
written by İbrahim ALTUNOK

“Fikir ayrılığı, Biz tekrar buluşacağız”

Her ne kadar çoğumuz bunu önlemek için elimizden geleni yapıyor olsak da, çatışma acil servisteki günlük işimizin vazgeçilmez bir parçasıdır. Ancak başkaları ile inatlaşmayı sevmek zorunda olmamakla birlikte, ondan da korkmamız için bir sebep yok. Çatışma her zaman çevremizdedir. Hele ki acil serviste çalışıyorsak çatışmanın içindeyiz diyebiliriz.  İş yerinde çatışma altın bir fırsattır. İyi yapılırsa, çatışma anlamlı bir değişiklik taşıyan araç olabilir. Çatışma talepleri, sözel olsun ya da olmasın “Beni dinle!” cümlesiyle başlar.

Acil Servisteki çatışma anında neler yapmalıyız?

Öncelikle kabul etmemiz gereklidir. Astronot Jack Swigert ünlü olduğu gibi “Houston burda bir sorun var” dedi. Çatışma oldu. Öncelikle bunu kabul etmeli ve hissetmeliyiz. Örneğin, çömez ortopedi konsültanı, uygun sedasyonun başlamasından önce sabırsızlıkla pediatrik bir hastanın kırık uzvuna redüksiyona başladığında, vücudunuzun sıkıldığını ve kalbinizin battığını hissettiğiniz bir zamanı düşünün. Bu çatışma anında, kalbinizin sıkıştığını hissettiğinizde, göğsünüz sıkıştırabilir veya karnınız düğümlenir, vücudunuzun gönderdiği duyumlardan haberdar olun.

Sonra derin bir nefes alın. Çatışma olduğunda başlangıçta, nefes almak için biraz zaman ayırın. Bilinçli nefes almak, iç organ tepkilerinin bir kısmını atmaya yardımcı olur ve dikkatinizi dağıtmadan soruna odaklanmanızı sağlar. Aynı zamanda bize bir eylem planı hazırlamak için küçük zihinsel bir alan sağlar. Spor yaparak ve diyafram solunumu egzersizleri yaparak doğru nefes almayı öğrenmek bunun en güzel yoludur.

Ardından, bir eylem planı geliştirin. Bilinen en güzel çatışma çözümü kitaplarından biri olan “Getting to Yes: Negotiating Agreement Without Giving In” yazarları, bir eylem planını dört adımda açıklıyor.

“İnsanları  problemden ayırın”

Tekrarlayan sorular soran bir hasta veya bizi beceriksizlikle suçlayan bir konsültan olduğunda, damarımıza basıp hepimizi yıldıran anlar vardır. Otomatik cevabımız kişiye tepkisel patlamadır. Bununla birlikte, kişiyi sorunun dışında bırakabilirsek, çatışma odağı kişisel bir saldırı yerine duruma döner. Soruyu “Bu konsültan nerde yanlış yapıyor?” yerine, “Bu konsültanın davranışını hangi faktörler etkiliyor?” şeklinde sormamız olaya daha farklı açılardan bakmamıza yardımcı olacaktır. Belki de yukarıdaki örnekteki genç ortopedi asistanı daha önce hiç sedasyon ile redüksiyon uygulaması görmemiş veya kıdemli rol modelleri, benzer davranışlarda bu tür davranışları göz ardı eden hekime katılarak fazla işlenmiştir. Sorundan insanları uzaklaştırmak, çatışmaya karşı yargılayıcı olmayan çözümler üretmemize izin vermektedir.

“Durumlara değil, ilgiye odaklanın”

Bir zamanlar baş ağrılarının şiddeti nedeniyle okula gidemeyen 3 haftalık baş ağrısı öyküsü olan bir ergene baktım. Annesi son 2 hafta içerisinde diğer sağlık kuruluşlarında yapılmış olan 2 normal taramaya rağmen beyin tomografisi çekmem konusunda ısrarcıydı. Annenin endişelerini dinlerken, konuşmayı başka bir tomografi taraması yapılıp yapılmamasına ilişkin bir tutum almak yerine kızının semptomlarını hafifletmenin yollarını tartışmaya odaklanacak şekilde yönlendirdim. Anneye sorduk: Kızına tekrardan radyasyon verme konusunda ısrarcı mıydı, yoksa kızının baş ağrısının olası nedenleri ve alternatif tedavi seçenekleri hakkında konuşmak ister miydi? Daha sonra hasta için sağlıklı bir tedavi planı hazırladık ve muhtemel gereksiz bir tomografi çekimini önledik. Herkes olaydan yarar sağladı.

“Ne yapacağınıza karar vermeden önce çeşitli olasılıklar oluşturun”

Yukarıdaki hikayede, tartışmayı yeniden başlatıp annenin düşünmesi ve kızıyla tartışması için farklı tedavi seçenekleri geliştirdim. Tartışmayı bu konuma getirmek biraz zamanımı aldı, ancak anne kaygılarını takdir ettiğimi ve şu anda kızı için en iyi bakım planına sahip olduğunu hissetti. Ayrıca, bu hastaya Acil Serviste en iyi bakımı sağladığımız için memnundum.

“Sonuçların bazı objektif standartlara dayanması konusunda ısrarcı olun”

Nesnel bir standart kullanarak, iki temel amaca ulaşabiliriz. Nesnel standardı belirlemek için işbirliği, ekip çalışması ve karşılıklı olarak hedefler üzerinde anlaşmaya varılır. Temel olarak, bu çatışmanın olası bir çözümüne ilişkin mantığının, “bana göre şöyle olmalı”dan daha önemli olması gerektiği anlamına gelir. Olası çözümlerin her biri, nesnel akıl yürütme ve arkasında karşılıklı olarak üzerinde anlaşmaya varılan bir ölçüm şekline sahip olmalıdır. Örneğin, genç ortopedi konsültanı ile  konuşurken “Hastayı ben konsülte ettim ve uygun gördüğümde redüksiyona başlayabilir yada alanı terk edebilirsin” şeklinde objektif olmayan bir ifade sunmak yerine; objektif bir yaklaşım ile “Sedasyonun başlaması için birkaç dakika daha beklersek, hem hasta daha konforlu olacak hem de sizin redüksiyonu gerçekleştirmeniz daha kolay olacaktır” diyebilirsiniz. Bu durumda, yalnızca bir seçenek sunmakla kalmayıp aynı zamanda hastaya da birkaç dakika daha kazandıracaksınız. Aynı zamanda sizin önerinizi objektif bir tarzda mantıklı hale getirmiş olacaksınız.

Anahtar noktaları unutmamak en önemli ipucudur.

Özetle;

Çatışma hepimizin etrafındadır ve çatışma öğrenmek için bir fırsattır. Derin bir nefes alıp sonra çatışmaya girmek sizi galibiyeti getirecektir.

İnsanları sorundan ayırın, ilgi alanlarına odaklanın.

Çatışmayı kazanmak için birden fazla seçenek sunun ve sonucun objektif standartlara dayanmasını sağlayın.

Çatışma kaçınılmazdır. Ancak, iyi bir şekilde ele alındığında, çatışma fikirlerin, çıkarların ve görüşlerin çözümlenmemiş bir konu etrafında üretken bir şekilde paylaşılmasına neden olabilir. Karşılıklı faydalı değişikliklere ilham verebilir.

Tek gereken biraz yeniden tasarlama. Bu yüzden, duygularınızı kabul etmek, derin nefes almak ve size, meslektaşlarınıza ve hastalarınıza fayda sağlayacak somut bir eylem planı hazırlamak için biraz zaman ayırın.

Peki, Kendi Bölümünüzdeki Arkadaşlarınızla olan İlişkiler?

Kendi bölümünüzdeki arkadaşlarınız sizin hem iş arkadaşınız, hem de usta çırak ilişkisi açısından eğiticiniz ve öğrencinizdir. En zor anınızda başınızı çevirdiğinizde ilk onları görürsünüz ve başınız derde girse telefonda ilk onların numarasını çevirirsiniz. Bu açıdan acil servis gibi ekip çalışması olan bölümlerde iş arkadaşlarınız bazen ailenizden daha çok gördüğünüz kişiler olur. Hatta bir bakmışsınız evlenmişsiniz aileniz olmuş.

Ekip arkadaşlarınızla mesai içindeki çatışmalarınızı mesai dışına taşımamaya çalışın. İşler kötüye gitme eğiliminde ise dışarda buluşup beraber bazı etkinlikler yapın. Ekip olarak spora gidebilir, bir gezi organize edebilirsiniz; bu ilişkilerinizi güçlendirecektir.

Acil serviste çalışmak fedakârlık isteyen bir iştir ve en büyük fedakârlığı hak eden de ekip arkadaşınızdır. Arkadaşlarınızın hem mutlu günlerinde hem de üzüntülü zamanlarında yanlarında olmayan özen gösterin, unutmayın siz onların ikinci ailesiniz.

Nöbetler her zaman sorun olur; bayram tatilleri ve yaz tatilleri gibi herkes için önemli olan zamanların nöbet kurallarının önceden belli olması ekip içerisinde gerginlik yaşanmasının önüne geçer. İstisnai durumu olan arkadaşlarınıza hoşgörülü bir şekilde çözümler üretmeye çalışmak, her zaman kesin bir çözüm bulamasanız da bu iyi niyetli arayış mutlaka karşı tarafı memnun edecektir.

Unutmayın acil servis bir ekipten öte kocaman bir ailenin parçası olmaktır. Tüm ortamlarda bazen gergin anlar yaşanabilir. Önemli olan nöbetin sonunda bu gerginlikleri, kızgınlıkları içerde bırakıp; bir bardak kahve eşliğinde sohbet edebilmektir.

Bu yazı Acil Tıp Bülteni’nin Eylül 2021 tarihli 9. sayısında yayımlanmıştır.

19 Mart 2022 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
HobiMercekRöportajTATDsosyal

Dikkat Edin Ters Manyel Sizi Şaşırtabilir

by Ebru Ünal Akoğlu 16 Mart 2022
written by Ebru Ünal Akoğlu

Herkese tekrardan merhaba, yapmak istediklerimizi ertelemenin ne kadar yanlış olduğu hissini özellikle pandemi sürecinde hepimizin en az bir kez yaşamışızdır. Gitmek istediğimiz ama bir türlü vakit ayıramadığımız geziler, öğrenmek istediğimiz ama yine vakit yaratmadığımız hobiler, yapmadığımız spor aktiviteleri gibi gibi… Bu hafta birkaç karpuzu koltuk altına sığdırmayı başarmış bir konuğumuzu ağırlayacağız: Mehmet Alp Akın.

Hoşgeldin;
Bize biraz kendini tanıtır mısın?

1996 Ankara doğumluyum. Ankara Üniversitesi Bilgisayar Programcılığı ve Yönetim Bilişim Sistemleri bölümünü bitirdim. Ekim 2018’den bu yana Türkiye Acil Tıp Derneği’nde Kurumsal İletişim Sorumlusu olarak çalışıyorum. TATD ailesinin bir üyesi olmaktan oldukça mutluyum.

Müzik ile ilgilenmeye ne zaman başladın? Müzik her zaman hayatının bir parçası mıydı?

Müziğe olan ilgim 3-4 yaşlarında babamın bana aldığı mandolinle başlayıp, ilkokul ve lisede de çeşitli müzik faaliyetlerine katılarak devam etti. 15 yaşımda aldığım elektro gitar eğitimi sonrasında birçok müzik grubuyla çalıştım. İlerleyen zamanlarda dahil olduğum Müzikal topluluğu ile Ankara’nın büyük sahnelerine çıkma şansı yakaladım. Eş zamanlı olarak kısa bir süre Kültür Bakanlığı Gençlik Korosu’nda yer aldım. Şu an ise Ters Manyel isimli müzik grubumuzda Gitar ve Vokal’deyim.

“Müzik her zaman benimleydi, umarım böyle de devam eder”

Ailede senden başka müzisyen olan kimse var mı? En büyük destekçin kim sence?

Büyüdüğüm ortamda müzik hep vardı. Seçici bir dinleyici olmalarının dışında ailemde profesyonel olarak müzikle ilgilenen yok. Ama bana bu yolculukta hep destek oldular ve inandılar.

“Kişilerin müzik zevkinin uyuşması grup sinerjisine büyük katkı sağlar”

Grup olarak bir araya gelmeniz nasıl oldu?

Aslında tanışmamız tesadüfen oldu diyebiliriz. O zamanlar bireysel olarak farklı kişi ve gruplarla çalışıyorduk. 2017 yılında Ankara Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde düzenlenen bir konserde aynı orkestrada yer aldık. Fetih ve Bedir ikiziyle arkadaşlığım böyle başladı. Sohbetimiz ilerledikçe ben de bir kardeşleri olarak kendimi aralarında buldum. Daha sonra sevdiğimiz parçaları yeniden düzenleyip çalmak için stüdyo ortamında provalara başladık. Üçümüzün de müzik zevkinin büyük oranda uyuşması bu süreci hem kolaylaştırdı hem de keyifli hale getirdi.

“Aksak ve değişen ritim kalıplarını kullanmayı seviyoruz”

Ters Manyel ilginç bir isim, eminim bir hikayesi vardır ?

Bu soruyu bekliyordum doğrusu. Çalışmalarımız ilerledikçe grup bilinci oluşmaya ve müzik anlayışımız karakteristik bir hal almaya başladı. Dolayısıyla bizi en iyi yansıtacak bir isim arayışına girdik. Açıkçası bu pek kolay olmadı ve bir süre gündemimizi meşgul etti. Nihayetindemüziğimizdeki aksak ve değişen ritim kalıplarını, tematik açıdan yaygın olandan farklı sözlerini ve bize has armonik yaklaşımları karşıladığını düşünerek “Ters Manyel” ismini aldık. Kelime anlamı olarak Manyel; jest, mimik, davranış anlamı taşırken, Ters Manyel’i de karşı tarafı yanıltmaya yönelik yapılan davranış olarak tanımlayabiliriz.

Geçmişten ya da günümüzde ilham aldığınız müzisyenler hangileri?

O kadar çok var ki… Türkçe sözlü grup müziğinden bahsediyorsak Cem Karaca, Barış Manço, Moğollar, Kurtalan Ekspres, Erkin Koray’ı es geçemeyiz. Dünya klasiklerinden Pink Floyd, King Crimson, Rush, Deep Purple aklıma ilk gelenler. Günümüzde ise Dream Theatre, The Pineapple Thief, Tool ilham aldığımız gruplardan birkaç tanesi.

“Bizi dinleyenler hep hatırlayacakları bir rüyadan uyanmış gibi hissedecekler”

Sizi henüz dinlememiş birine kendinizi ve müziğinizi nasıl anlatırsınız?

Öncelikle rock müzik yapıyoruz ama bunu da türün günümüzdeki uylaşımlarından sıyrılarak yapmaya çalışıyoruz. Müziği amaç edinip, şarkı sözlerimizle bunu destekliyoruz. Sanırım şöyle söyleyebilirim, parçalarımız bir rüya olsaydı emin olun uyandığınızda etkisi devam ederdi.

“Besteleme aşamasında birçok kez kayıt alıyoruz”

Şarkılarınızı bestelerken belli bir ritüeliniz var mı?

Sözler tek enstrümanla bestelendikten sonra parçaya belirlediğimiz trafikle stüdyoya giriyoruz. Prova sırasında kayıtlar alarak dinliyor, eklemeler ve çıkarmalar yapıyoruz. Üzerinde uzlaşana kadar bunu devam ettiriyoruz. Sonrada kayda giriyoruz. Şu ana kadar yayınladığımız parçalar kalemini çok beğendim basçımız Fetih Yeni’ye ait. Bireysel başlayan üretim sürecini kolektif bir şekilde sonlandırıyoruz. 

“Müzik tüketim alışkanlığındaki artış parçaların çok hızlı bir şekilde unutulmasına neden oluyor”

Pandemi döneminden dolayı konserler ertelendi veya artık dijital olarak yapılıyor. Sizce dijitalleşmenin müzik dünyası üzerindeki etkileri nelerdir?

Hem iyi hem kötü yanları var. Dijitalleşmeyle birlikte her müzisyen kendi ürününü aracı olmadan insanlara sunabiliyor. Yayınlanan parçaları nitel yönden değerlendirebilirsiniz, o ayrı konu ama bu çeşitlilik açısından bir zenginlik demek. Kötü yanlarına değinecek olursak; müzik tüketim alışkanlığının hızlanması, parçaların sindirilmeden dinlenmesine yol açarak kalıcılığı azaltıyor diyebiliriz. Ayrıca nicel olarak artan sanatçılar arasından sıyrılmak müzisyenler için dezavantaj olabilir.

Bir Filme müzik yapacak olsaydınız, bu hangi film olurdu?

Tony Gatlif’in çoğu filmini beğeniyoruz. Exils (Sürgündekiler) filmine müzik yapmak isterdik.

“Dinleyicilerimiz ile buluşmayı her sanatçı gibi biz de çok özledik”

Son olarak, önümüzdeki süreç için planlarınız nedir?

Daha anlatacak çok şeyimiz var. Şarkılarımızın sayısını artırmak ve müzik dünyasında kalıcı olmak istiyoruz. Dinleyicilerimizle buluşmayı çok özledik. Pandemi şartlarından dolayı plan yapamasak da ilk fırsatta konserlerde buluşacağız.

Teşekkürler bu güzel sohbet için; Ters Manyel grubunu merak edenler ve takip etmek isteyenler için aşağıda birkaç link bırakacağım.

https://www.tersmanyel.com

https://www.youtube.com/tersmanyel

https://www.instagram.com/tersmanyel

https://twitter.com/tersmanyelband

https://facebook.com/tersmanyelband

info@tersmanyel.com

Bu yazı Acil Tıp Bülteni’nin Eylül 2021 tarihli 9. sayısında yayımlanmıştır.

16 Mart 2022 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
HobiMercekSizden GelenlerTATDsosyal

Sinema ve Tıp

by İbrahim ALTUNOK 13 Mart 2022
written by İbrahim ALTUNOK

Sinema ile tıp, hastalıkları konu edinen ve hekim-hasta ilişkilerini içeren senaryolarıyla yıllardır bir aradadır. Dünyaca ünlü ve popüler olan bazı dizi veya filmlerin konusunu aynı zamanda yazarlık da yapan hekimlerin yazdığı çeşitli romanlar oluşturur. Hatta çoğu zaman da daha profesyonel bir iş çıkarmak adına yapımcılar senaryo kısmında hekimlerden destek alırlar. Bu konuda ilk aklıma gelen filmlerden birisi olan ‘’Awakenings’’ bir ensefalit salgınından etkilenen hastaların tedavi sürecini konu edinmektedir.  Filmin senaristlerinden olan Oliver Sacks hem bir yazar hem de bir nörologdur ve eserlerinde çoğunlukla hastalarından ilham almıştır.

Aynı şekilde, mesleki tecrübelerinden yola çıkarak yazdığı kitaplar Türkiye’de son dönemlerin popüler dizilerine ilham kaynağı olan Gülseren Budayıcıoğlu da bir psikiyatristtir. Tıp fakültelerinin vazgeçilmez filmi olan ‘’Patch Adams’’ Dr. Hunter Doherty Adams’ın hayatını konu alır. ‘’Lorenzo’s Oil’’ adrenolökodistrofi hastalığını, ‘’A Beautiful Mind’’ ise John Nash’in yaşamı üzerinden şizofreniyi konu edinmektedir. Dünyanın en uzun süreli medikal draması olan İngiliz yapımı ‘’Casualty’’ bu yıl 35. yılını kutlamakta ve kurgu bir hastane olan Holby City Hospital’in acil servisinde yaşanan olayları anlatmaktadır. Grey’s Anatomy, Dr. House ve Good Doctor (bizdeki uyarlamaları sırasıyla: Doktorlar, Hekimoğlu ve Mucize Doktor) gibi diziler, yine, hekim-hasta ilişkilerini ve çeşitli hastalıkların tedavi süreçlerini konu edinmiştir. Jurassic Park’ın yazarı ve filmin senaristlerinden Michael Crichton çeşitli konularda yazdığı romanlarla dünyaca ünlü bir yazar olmasının yanı sıra aynı zamanda bir hekimdir.

Bunlardan ‘’Lorenzo’s Oil’’ ve ‘’Mad Max: Fury Road’’ filmlerinin senaristi George Miller’ın da bir hekim olması ve sinema sektörüne üniversitenin son sınıfında çektiği bir kısa film ile giriş yapmış olması, daha büyük projelere imza atabileceğim konusundaki ilham kaynağım olmuştur.

Bu Tür Yapımlar Neden Sevildi?

Hastane içerikli yapımlar ülkemizde oldukça ilgiyle takip edilmektedir. Bunun sebebi aslında insanların izlerken belki de kendilerinden bir şeyler bulabilmesidir. Fakir bir erkek olarak zengin bir fabrikatörün kızıyla evlenebilmeniz Yeşilçam’ın bir konusudur veya yolda yürürken aniden bir kara delikten geçip geçmişe veya geleceğe gitmeniz sadece bilim kurgularda olurken; hayatınızın herhangi bir döneminde hasta veya hasta yakını olarak acil servise ayak basabilirsiniz. Bu durum hayatın gerçekleriyle uyuşur ve herkesin başına gelebilir. İşte insanlar da bu tür yapımları izlerken kendilerini oradaki hastanın ve hasta yakınlarının yerlerine koyuyorlar, hastanın iyileşip iyileşmeyeceğini merak ediyorlar ve belki de kendileri hastayken fark etme şanslarının olmadığı, hastanede onlar için çabalayan hekimleri görüyorlar bu dizileri veya filmleri izlerken.

“Film Gibi Hayatlar, Film Gibi Acil Servisler”

Acil servisleri hayatın kendisi olarak görüyorum. Her türlü duyguyu içinde barındıran yerlerdir acil servisler. Sevinç, hüzün, endişe, mutluluk iç içedir. Bazen kısa bir çay molası verdiğinizde hasta yakınlarından dinlediğiniz hayat hikayeleri içinizden ‘’görmediğimiz, duymadığımız ne hayatlar var; aynen film gibi…’’ diye geçirmenize neden olur. Acil servisler her türlü sosyo ekonomik yapıdan insana ev sahipliği yaptığı için buralarda her türlü yaşamla karşılaşabilirsiniz. Her yaşam da o insanın başrolünü üstlendiği kendi filmidir aslında.

“Yazdım, Kestim, Biçtim”

On ila onbir yaşlarında kısa bilimkurgu hikayeleriyle yazmaya başladım. İlerleyen yıllarda biraz daha hayata dair, daha gerçekçi yazılara, küçük piyesleri sahnelemeye yöneldim. Üniversite döneminde kameralı cep telefonları yaygınlaşınca düz yazılar senaryolara, senaryolar kısa filmlere dönüştü. Senaryoyu oluşturamadığımızda ‘’en azından fragmanını çekelim’’ diyerek filmi olmayan fragmanlar çektik.

“En çok eğlendiğim de bu fragmanların kurgu aşaması olurdu”

Bu hobinin bana çeşitli katkıları da oldu. Fragmanların seslendirmesini yaptığım için diksiyonuma ve tonlamalarıma biraz daha dikkat etmek zorunda kaldım. Fragmanda veya sahnelerde kullanılacak müziği seçerken Hans Zimmer, Ennio Morricone, Vangelis, Zbigniew Preisner, Peter Gabriel gibi birçok müzisyenin eserlerini dinleme durumunda kaldım. Bu da müzik kültürümün gelişmesine katkı sağladı. Afişleri hazırlarken de fotoşop tekniklerini öğrendim.

“Yazmanın Antidepresan etkisini hissettim”

Her insanın pişmanlıkları, keşkeleri, değiştirmek istediği şeyler vardır ve kafası bunlarla meşgulken kendini rahatlatacak bir uğraş arar. Kimisi sessiz bir odada müzik aleti çalar, kimisi ayna karşısında kendi kendine konuşur, kimisi motoruna veya arabasına atlayıp araç onu nereye götürüyorsa oraya gider. Ben de yazmayı seviyorum, yazdığım karakteri hayal etmeyi, onu gözümde canlandırmayı seviyorum. Bir hikaye veya senaryo yazarken bir yandan kağıda veya her nereye yazıyorsanız, aslında oraya içinizi döküyorsunuz. Yazdığınız hikayedeki Tarık veya Türkan karakterleri sizsinizdir; yaşamak istedikleriniz, hayal ettiklerinizdir. ‘’Böyle bir insan olsam acaba hayatım nasıl olurdu?” veya ‘’Öyle değil de böyle yapsam sonucu ne olurdu?’’ diye düşündüklerinizin cevabıdır. Başkasına veya kendinize anlatamadığınız, itiraf edemediğiniz şeyleri o karakter üzerinden anlatırsınız.

“Kendinizde hoşunuza gitmeyen yönleri uzaklaştırmanıza yardımcı olur”

Bazen senaryo akarken öyle bir an gelir ki karakteri senaryoda yok edersiniz ve farkında olmadan rahatladığınızı hissedersiniz. Çünkü karakter zamanla kendinizde sevmediğiniz özellikleri kazanır ve onu senaryodan çıkartarak kendinizden de o özellikleri uzaklaştırdığınızı hissedersiniz.

“Hayat ile kamera önünde oynanan senaryo çok benzer aslında”

Bizler hekim olarak her ne kadar kendi yaşamlarımızı yaşasak da mutlaka birilerinin hayatına dokunuyoruz, birilerinin yaşamlarının farklı bir şekilde yönlenmesine aracılık ediyoruz. Her insanın yazılmış bir hikayesi, rol aldığı bir senaryosu var ve o senaryonun yazarı sizi o hikayeye isteyerek veya istemeyerek dahil ediyor.

“Her oyunun gidişatını değiştiren replikler vardır”

Bir tiyatro oyununda o an önemsizmiş gibi görünen ancak yanlış söylendiğinde veya unutulduğunda oyunun gidişatını tamamen etkileyen, oyunun etkisini yitirmesine sebep olan replikler ve sahneler vardır. Böyle bir durumda oyunu toparlayabilmek için ya çok tecrübeli ve soğukkanlı olmanız gerekir ya da o an perdenin kapanması gerekir.

“Tecrübe ve soğukkanlı olmak oyunun seyrinde çok önemlidir”

Hekimliği de buna benzetiyorum aslında. Hastaya hızlı bir şekilde müdahale etmeniz, hızlı bir şekilde karar vermeniz gerekir. O an yaptığınız veya yapmadığınız bir tedavi veya müdahale hastanın durumunu etkileyebilir. İşte böyle bir durumda çok tecrübeli ve soğukkanlı olmanız gerekir. Aksi takdirde sahnedeki oyuncular, yani siz ve hasta için perde kapanır.

Bu yazı Acil Tıp Bülteni’nin Eylül 2021 tarihli 9. sayısında yayımlanmıştır.

13 Mart 2022 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
Hukuk KöşesiRöportajTATDsosyal

Tıbbi Kötü Uygulamaya İlişkin Zorunlu Mesleki Sorumluluk Sigortası

by İbrahim ALTUNOK 10 Mart 2022
written by İbrahim ALTUNOK

Av. Gonca Karakaptan ile bu ayki yazımızın konusu “Tıbbi Kötü Uygulamaya İlişkin Zorunlu Mesleki Sorumluluk Sigortası”. Herkes kahvesini eline aldıysa haydi gelin konuşmaya başlayalım : )

Gonca Karakaptan, Çok konuşuyorsun, “sen Avukat ol” lafına inanarak mesleğe adım atmıştır. Yapamazsın diyenlere aldırmadan genç yaşında emsal davaya imza atmıştır, sayesinde artık; kimse, kimsenin vergileriyle maaşını almamaktadır. Haksızlığa gelemez, kolay kolay pes etmez. Kedisinin anası, kendi bürosunun ve de TATD’ nin avukatıdır.

Detaylara girmeden önce, işe zorunlu mesleki sorumluluk sigortasını tanımlamakla başlayalım mı?

Mesleki sorumluluk sigortasını; meslek sahiplerinin, mesleki uygulamalar sırasında oluşabilecek hatalar nedeniyle tazminat ödemeleri gerektiğinde kullanılmak üzere, sigorta şirketleri tarafından sigortalanmaları olarak tanımlayabiliriz.

5947 Sayılı Yasa gereği, 30.07.2010 tarihinden beridir bahsi geçen sigortayı yaptırmak hekimler için zorunluluk taşımaktadır.

Hangi hekimler bu sigortayı yaptırmak zorunda?

Kamu, özel sağlık kurum ve kuruluşları ya da muayenehanesinde mesleğini uygulayan bütün hekimler, dişhekimleri ile tıpta uzmanlık mevzuatına göre uzman olanlar, yasa gereği zorunlu mesleki sorumluluk sigortası yaptırmak zorundadır. Özetle asistan hekimler, uzman hekimler ve diş hekimleri diyerek tüm hekimler bu zorunluluk kapsamında diyebiliriz.

Sigorta yaptırmamanın cezası ne?

5947 Sayılı Yasa madde 8’de hekimlere bu zorunluluk yüklenmiş ve aksi hareketin yaptırımı tanımlanmıştır. Bu Yasa gereğince; sigorta yaptırmak zorunda olduğu halde yaptırmayanlara mülki idare amiri tarafından para cezası verilir. Cezanın miktarı 2010 yılında 5.000 lira olarak belirlenmiştir, her yeni yılla birlikteyeniden değerleme oranlarına göre arttırılmaktadır.

Zorunlu olmasının sebebi ve mantığı ne?

Bilimsel ve teknolojik gelişmeler ile toplumun hak arama özgürlüğü bağlamında bilinçlenmesi ve sağlık hizmetlerinin mahiyeti itibariyle diğer meslek gruplarına göre daha fazla risk arzetmesi sebebiyle uygulamada mesleki sorumluluk sigortası yapılması ihtiyacı doğmuştur.

Zorunlu kelimesi kulağa kötü bir şey gibi gelse de, bu sigortayla hem sigortalıya yani hekime teminat sağlanmış oluyor, hem de zarara uğrayan kişilerin yani hasta/hasta yakınlarının mağduriyeti önleniyor.

Poliçe teminat kapsamı nedir?

Zorunlu Mesleki Sorumluluk Sigortası sigortalının tüm mesleki faaliyetini kapsar. Poliçede mesleki faaliyetin yerinin belirtilmemesi veya eksik belirtilmiş olması poliçe kapsamını etkilemez.

Poliçede teminat altına alınan hususlar; hastaya verilebilecek maddi zararlar, manevi zararlar ve yargılama giderleri(dava sonucuna göre yargılama giderleri  ve avukatlık ücretleri)dir.

Her bir olay için azami teminat tutarı 400.000 TL’dir. Olay sayısının çokluğu halinde sözleşme kapsamında ödenecek toplam tazminat miktarı 1.800.000 TL’yi aşamaz.

Poliçe teminat kapsamı dışında kalan hususlar nelerdir?

Tıbbi Kötü Uygulamaya İlişkin Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası Genel Şartları’nda bu durumlar açıkça belirtiliyor. Okurlarımız için bu durumları açıkça belirtmekte fayda var;

a) Sigortalının, poliçede belirlenmiş ve sınırları hukuk kuralları veya etik kurallar ile tespit edilen mesleki faaliyeti dışındaki faaliyetlerinden kaynaklanan tazminat talepleri,

b) Mesleki faaliyetin ifası sırasında sigortalı tarafından kasten sebep olunan her tür olay ile davranışları,

c) Sigortalı veya çalıştırdığı kişilerin, poliçede belirtilen mesleki faaliyeti ifa ederken alkol, uyuşturucu ya da narkotik maddelerin tesiri altında bulunması sonucunda meydana gelen olaylar,

ç) İnsani görevin yerine getirilmesi hariç, sigortalının, sigorta primine destek veren kuruluşların sorumluluk alanı dışındaki faaliyetlerinden kaynaklanan tazminat talepleri

d) İdarî ve adlî para cezaları dahil her tür ceza ve cezai şartlar,

e) Her türlü deneyden kaynaklanan tazminat talepleri.

Poliçenin zaman bakımından kapsamı nedir?

Poliçe, sözleşme tarihinden önceki 10 yıllık dönemdeki veya sözleşme süresi içinde mesleki faaliyet nedeniyle ortaya çıkan zararlara bağlı olarak sözleşme süresi içinde yapılan talep ve giderlere karşı poliçede belirlenen limitler dahilinde teminat sağlar. 10 yıllık dönemin başlangıcı 30 Temmuz 2009’u geçemez ve 1 aydan fazla sigortasız kalınan dönemlerde meydana gelen olaylara bağlı olarak sigortalı dönemlerde yapılan ihbarlar için sigorta koruması yoktur.

Ayrıca sigortalı mesleki faaliyetine son verdi diyelim; geçmişe dönük 10 yıllık dönem halen koruma altında kalmakla beraber, sözleşmenin bitiş tarihinden itibaren geleceğe yönelik 2 yıl sonrasına kadar ortaya çıkabilecek talepler de teminat dahilindedir.

Kamuda çalışan hekimler açısından sigorta primini Devlet mi karşılıyor?

Devletin destek olduğunu söyleyebilirsek de hayır, tamamını Devlet karşılamıyor. Hekim istediği sigorta şirketine yaptırır ve primi bu aşamada kendisi öder. Daha sonra makbuzu sunarak, ödediği primin yarısını, döner sermayesi bulunan kurumlarda döner sermayeden, döner sermayesi bulunmayan kurumlarda kurum bütçesinden geri alır.

Özel sağlık kurum ve kuruluşlarında çalışan hekimler için bu sistem tersten gidiyor.Yapılacak sigorta sözleşmesinin primleri, işveren tarafından ödeniyor,sonrasında ödenen primin yarısı hekime yansıtılıyor.

Sorumluluğumuz doğması muhtemel bir olayla karşılaştığımızda, bu durumu sigortacıya ne zaman ve ne şekilde bildirmemiz gerekli?

Hekimlerimiz sigorta yaptırmakla tazminat sorumluluğundan tamamen kurtulmuş olmuyorlar. Kendilerine dava yöneltilmesi halinde sigortaya ihbar yükümlülüklerini ihmal etmemeleri gerekli. Aksi takdirde kanun “sigortacı için önemli olan bir husus bildirilmemiş veya yanlış bildirilmiş olduğu takdirde, sigortacı sözleşmeden cayabilir veya prim farkı isteyebilir”demektedir.

Ticaret Kanunu; sigorta ettirenin, rizikonun gerçekleştiğini öğrenince durumu gecikmeksizin sigortacıya bildirmesi gerektiğini düzenlemiştir. Genel Şartlar’da yine aynı doğrultuda; “Zarardan dolayı, dava yolu ile veya başka yollarla bir tazminat talebi karşısında kaldığı veya aleyhine cezai kovuşturmaya geçildiği hâllerde, durumdan sigortacıyı derhal haberdar etmek ve tazminat talebine ve cezai kovuşturmaya ilişkin olarak almış olduğu ihbarname, davetiye ve benzeri tüm belgeleri gecikmeksizin sigortacıya vermek” gerektiğini düzenlemiştir.

Görüldüğü üzere belli bir süre şart koşulmamışsa da; risk yaratmamak adına, dava açılacağına yahut açıldığına dair bilgi ulaştığı andan itibaren olaylar ilerlemeden makul süre içerisinde sigortacıya bildirimde bulunulmalıdır.

Genel Şartlar’da bildirim makamı olarak; sigortalının ve sigorta ettirenin bildirimleri, sigorta şirketinin merkezine veya sigorta sözleşmesi yapan ya da yapılmasına aracılık eden acenteye yapılır deniyor. Tabii bence sigorta şirketinin Genel Müdürlüğüne bildirim her zaman daha garanti yol.

Sanırım bu sigorta amaçlanan işlevi yerine getiriyor diyebiliriz?

Evet, hekimlerimizin sigorta sözleşmesi tarihinden önceki 10 yıllık dönemde, sözleşme süresi içinde ve meslek bırakılırsa sözleşme süresinin bitiminden itibaren 2 yıllık sürede, mesleki faaliyeti nedeniyle verdiği zararlara ilişkin kendisine yapılan tazminat talepler ve de bununla bağlantılı yargılama giderleri, faiz ve makul giderlerin de poliçedeki limitler dahilinde teminat altına alınması öngörülüyor. Böylece, hekimlerimiz mesleklerini en azından sigortanın sağladığı mali güvenle yürütebiliyorlar.

Ama tabii negatif yönler de yok değil. Mesela poliçe teminat miktarları yüksek ve bu alanda çok dava oluşu sebebi ile sigorta şirketleri son yıllarda bu sigortayı yapmak istemiyorlar. Bu esasen sigorta şirketlerinin de hatası değil. Sigorta sektörü tarafından bakınca artan tazminat tutarları ve dosya sayıları sektörü zorluyor. Hekimler için mesleki sorumluluk sigortası yaptırmak zorunlu olsa da, poliçe yenilemede zaman zaman, mesleğin başında ilk sigorta yaptırılacağı aşamada ise yüksek oranda güçlük yaşandığını duymaktayız.

Maalesef ki bu hekimlerden bağımsız ancak hekimleri mağdur edebilecek bir işleyiş sorunudur, mağduriyet yaşanmadan Bakanlık ve Hükümet tarafından teminat ve prim oranlarında sorunu giderecek bir denge kurularak bu sorunun giderilmesini umut ediyorum. Bir de hekim arkadaşlardan, sigortanın tam işlevinden faydalanabilmeleri ve herhangi bir zarara uğramamaları için davayı sigortacıya bildirme yükümlülüğünü ihmal etmemelerini rica ediyorum.

Verdiğiniz bilgiler için teşekkür ederiz Gonca hanım.

Bu yazı Acil Tıp Bülteni’nin Haziran 2021 tarihli 8. sayısında yayımlanmıştır.

10 Mart 2022 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
MercekSizden GelenlerTATDsosyal

Minimalizm

by İbrahim ALTUNOK 7 Mart 2022
written by İbrahim ALTUNOK

Ne güzel demiş Sezai Karakoç;

“Baharı yaz uğruna tükettik, aşkı naz uğruna
Ve papatyaları seviyor sevmiyor uğruna…
Derken ömrü tükettik bir hiç uğruna.”

“Benim için tam bir dönüm noktasıdır”

Çocuk sahibi olduktan sonra gittikçe artan eşyalar ile pekişen, cinnete meyilli, düşük bütçeli acil asistanı olarak sürdürdüğüm hayatımın; furosemid gören akciğer ödemi gibi rahatlama hikayesidir birazdan anlatacaklarım. Benim için tam olarak bir dönüm noktasıdır minimalizm.

“Mutlu olmak için eşyalara ihtiyacımız YOK”

Minimalizm kelime olarak birçok şekilde açıklanıyor. Benim en sevdiğim haliyle, mutlu olmak için eşyalara ihtiyacımız olmadığını savunan bir düşünce şekli. Hatta fazla eşyanın bizi birçok konuda engellediğini ortaya koyar. Çünkü eşyalar sadece eşya değildir. Oldukları yerde durmazlar. Onlara bakım yapmak ve zaman ayırmamız gerekir. Kıyafetlerin temizlenmesi-ütülenmesi, elektronik aletlerin tamir edilmesi ve hepsinin belirli bir standartta saklanmaları lazımdır. Eşyaların düşünülmesi gerekir.

 “Günlerimiz asla yeterince uzun değilse belki de bunun suçlusu eşyalarımızdır” der minimalizm. ‘Be more with less’ ve ‘Less is more’ gibi mottoların ana fikri budur.  Ne kadar az eşyan olursa o kadar rahat ve esnek olursun. Daha önemli şeylere zaman ayırırsın. Daha önemli şeylerden kastım; bildiğimiz gerçekten yaşamak. Macera, deneyim, insan ilişkileri…

“Sahip olabileceğimiz eşyaların düşüncesidir bizi cezbeden”

Peki eşyaları neden isteriz? Bir eşyayı istemenin en masum açıklaması şudur: Sahip olabileceğimiz birçok şeyi düşünmek güzeldir. Böyle hayaller dopamini artırır. Bu arzuyu gerçekleştirdiğimiz zaman mutlu ve tatmin hissederiz ama sonra, yine başa döneriz ve başka bir şey alma arayışına gireriz. Bir de ‘moda’ var, ‘indirim’ var. Nedense bir şeyi mağazada çok beğendik diye evimize koymak zorunda olduğumuzu düşünürüz. Hiçbir şey, başkasında çok ‘tarz’ durduğu için bizim tarzımızın bir parçası olmak zorunda değildir. Ayrıca biliyorsunuz, “bunu şimdi indirimdeyken alayım kilo verince giyerim”cilerle, “dolapta dursun mutlaka lazım olur”cuların çarpışması sonucu; hep “bir dolap dolusu kıyafetim var ama giyecek bir şeyim yok”cular ürüyor. Kısır döngü devam ediyor.

“Reklamlar algımızın zayıf noktalarını kullanarak bizi daha çok satın almaya iter”

Eşya satın alma isteğinin masum olmayan yüzü de algı yönetimini çok iyi kullanan reklamlardır. Sahip olduğumuz arabanın sosyal statü göstergesi olduğuna inanıp gösterilen kozmetik ürünü kullandığımızda o manken kadar güzel olacağımızı düşünürüz. Hatta daha kötüsü, o ürünü kullanmadan asla o kadar iyi/güzel/şık/mutlu olamayacağımıza karar veririz. Hep bir şeylere “ihtiyacımız olduğuna” inanırız. Bir filmde vardı şu sahne: “Kaleme ihtiyacı olmayan birisine bu kalemi nasıl satarsın? Ona bir kağıt verip bir şeyler yazmasını istersin. O zaman bir kaleme ihtiyacı olur.” Bu algı yönetiminin farkında olmak gereklidir.

“Neden sürekli bir şeyler alıyoruz?”

Bir ürünü alırken neden diye sormak önemlidir, cevabı daha da önemlidir. “Alıyorum çünkü yakıştı/güzel görünüyorum” ya da “E bu ürün hayatımı kolaylaştıracak” diyebilirsiniz -ki bunlar muhtemelen daha önceden bilinçaltınıza işlenmiş cümlelerdir- gerçekten bu açıklamalara ikna oluyor musunuz?

Çin’in Wuhan kentinde başlayan öngörülemeyen pandemiden alakasız, kişisel hayatımdaki öngörülemeyen bazı olaylar neticesinde son zamanlarda çok üzerine düşmediysemde; benim şöyle bir tekniğim var: “Bunu neden almamalıyım?” diye soruyorum, tek bir cevap bile ikna edici oluyor.

-“Bu saati neden almalıyım?”

-Çünkü bu model/renk bir saatin yok. Çünkü bu bir akıllı saat. Çünkü bu  X marka, havalı duracak. Çünkü bileğine yakıştı. Çünkü zamanı “bu” saatten öğrenmek istiyorsun.

-“Peki neden almamalıyım?”

-Çünkü, saat takmayı zaten sevmiyorsun. Bunu da hevesin geçince takmayı bırakacaksın, diğer 5 saatin gibi…

“Sahip olma çabası ihtiyaçtan çok daha fazlasıdır”

Burada gerçekten Steve Jobs veya Mark Zuckerberg’in neden hep aynı tip kıyafetler giydiklerinden bahsetmeyeceğim. Ama hepimiz biliyoruz ki, özellikle bazı kişilerin/toplumların maddi durumlarını zorlayacak ölçüde her şeye sahip olma çabası; ihtiyaçtan çok daha fazlasıyla ilgilidir. Evlenme döneminin asla kullanmayacağınız zevksizlikteki eşya alışverişi haline gelmesinin, doğumların ve yaş günü kutlamalarının popülarite yarışına evrilmesinin temelinde de aynı neden yatar. Ve maalesef, ilişkilerimizde ya mutluyuzdur ya değilizdir; pahalı hediyeler, unutulan veya hatırlanan yıldönümleri ilişkileri mahvetmez ya da iyileştirmez.

“Peki sahip olmanın duygusal boyutu var mıdır?”

Eşyalara sahip olmanın duygusal boyutu vardır bir de. Bir eşya bir kere evinize girmiştir artık ve çıkarmayı aklınızdan bile geçiremezsiniz. Zevkinize uymayan ve işinize yaramayan eşyalarınız vardır, ama arkadaşınız hediye ettiği için onu atma riskine giremezsiniz. O şeye bakıp mutsuz olma riskine girebilirsiniz ama! Düğünde hediye gelen fincan takımını başkasına verirseniz bu 7 büyük günahtan biriymiş gibi davranılır.

“Az dolap yoktur, çok eşya vardır.”

Eğer eşyalarınızı düzenlemek için yeni bir eşyaya (kutu, dolap, düzenleme ünitesi gibi) ihtiyaç duyuyorsanız zaten çok eşyanız var demektir. Yeni depolama alanları kurmak yerine, dönüştürmeyi – bağışlamayı ya da satmayı deneyebilirsiniz. Duygusallığı bırakıp atmak da iyi bir çözümdür bazen. Unutmamalı ki, evlerimiz, hatta hayatımız, depolama alanı değil, yaşam alanıdır.

“Dolabımızda sonuca bağlanmayacak hayallerimizi kaldırırsak olasılıklara yer açabiliriz”

Henüz burada, minimalizmin sadece ‘az eşyaya sahip olma’ durumu olmadığını açıklayabilmiş olmayı umuyorum. Minimalizm; reklamlar ile dikte edilenin aksine,  bizi biz yapanlar sahip olduklarımız değil, yaptığımız şeylerdir diyor. Bir hobiyi, yapabiliyor olmak önemlidir. Oysa biz, hiç yapmadığımız ve muhtemelen yapmayacağımız bir hobinin malzemelerini depomuzda biriktirmeye devam ediyoruz. Eğer bu, sonuca ulaşmayan çabalarla ve gerçekleşmeyen hayallerimizle vedalaşabilirsek yeni olasılıklara yer açabiliriz. 

“Minimalizm kaliteli, bilinçli, kararında ve özenli bir tüketimi savunur”

Dahası, bu sadece bizimle ilgili bir durum olmamalı. İhtiyaçtan fazla kullandığımız her şeyin, ucuz olması adına, uzaklarda bir insanın adaletsiz ve insanlık dışı koşullarda çalıştığını ve havanın-suyun da kirletildiğini hatırlamalıyız. Bu nedenle bölgesel üretimleri kullanmayı önenir minimalizm, çünkü bir ürün ne kadar yakınınızda üretiliyorsa o kadar insani çalışma koşullarında üretiliyordur. “Kaliteli al, etiketi okuyarak al, üç tane alma bir tane al ama özenle kullan, uzun süre kullan” diyor minimalizm.

Eşyalar konusundaki tüm bu düşünceleri enerjinizi çalan insanlar, vaktinizi çalan telefon bildirimleri, kafanızı yoran işler vb. alanlara genişletmek çok mümkün. E tabi, gıdalara da… Nasıl ki her eşyayı kafamıza estiği gibi evimize koymamamız gerekiyorsa ve mağazada her denediğimiz ürünü almıyorsak; önümüze gelen her şeyi de yememek gerekiyor.

“Minimalizmin 333 iddiası”

Ben minimalizmi keşfettikten sonra dekoratif eşyalar, kıyafet dolabı, kullanılmayan porselen takımlarla başladığım sadeleşme serüvenime kitaplar, telefon ve bilgisayar uygulamaları, sosyal medyadaki ‘arkadaş’ çevresi ile devam ettim. 333 iddiası vardı o zamanlar; bütün kıyafetlerimi ayırarak, 3 ay boyunca giymek için 33 parça kıyafet koydum dolabıma. İddiamız kimse kimsenin ne giydiğine dikkat etmiyor şeklindeydi. Hava soğukken kalın, sıcakken ince giyinmek: tüm mesele bu aslında. Siz gerçekten kaç insanın o gün ne giydiğini hatırlıyorsunuz? Ben genellikle sıfırdır. Buna dikkat edilse de, kimse bu kazağı bu hafta neden 2 defa giydin diye sormayacaktır. Sizi gerçekten önemseyen birinin dolabınızı merak etmediğine eminim.

“Aynı elbiseyi 7 sene sonra da giymek, yeni bir kıyafet almaktan daha çok keyif veriyor şimdi bana”

Benim için klasikleşen belli kitaplar dışında diğer hepsini dağıttım. Ders kitaplarımı online olarak depoluyorum. Kitaplığımın tamamen dolu olmasından değil, yarısının boş olmasından; evdeki boş yüzeylere, alanlara bakmaktan mutlu oluyorum. Yazıyı kalemle yazmayı seven biri olarak, defter ve kalemlerimden vazgeçmedim, ama ağırlık hissetmiyorum bu konuda, çok keyif alıyorum her birinden. Bir de aksiyon kameralarım minimalize etmek istemediklerimden ama tüm parçaların evde bir çekmecede kalması önemli bir kural. Çocuğumun odasına dokunmuyorum, oyuncaklarını istediği gibi sıralıyor. Elbette ki sadece bir kutu eşya ile yaşamayı gerektirmiyor minimalist olmak. İsteyen herkes istediği alanlarda istediği şekilde sadeleşebilir.

“Sadelik ile birlikte gelen esneklik benim için önemli”

Zamanı ve enerjiyi; eşyalar yerine  daha fazla aktivite, macera ve hatıraya ayırmaktır minimalizm. Bugün ne giysem derdine düşmemektir. Çocuğum koltuğu batırdığı zaman, “aman ne olacak eşya sonuçta” deme rahatlığıdır ve bir şey döktüğü için çocuğun kendisini kötü hissetmemesini sağlamaktır. “Ama tekrar tekrar koltuk alamayız, biz hep dikkat edelim temiz dursun” öğretisidir diğer yandan. Baharı yaz uğruna ve aşkı naz uğruna tüketmeme serüvenimdir.

“Acilde kaos içindeyken, evde dingin ve sade yaşama keyfidir”

Kimseye hiçbir konuda “böyle yapmalısın” denilemez elbette, sadece minimalizm de böyle bir şey işte. Birkaç kişi faydalanırsa ne mutlu bana. Sadeleşme süreçleri, çöpümüzü azaltma, kapsül dolap hazırlama üzerine internette çok sayıda kaynak mevcut. Denemesi bedava… benim önerilerim aşağıda;

1. Minimalism: A Documentary About the Important Things

2. Azla Mutlu Olmak, Francine Jay

3. turkisiminimalizm.com

Bu yazı Acil Tıp Bülteni’nin Haziran 2021 tarihli 8. sayısında yayımlanmıştır.

7 Mart 2022 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
HobiTATDsosyal

Yoga

by İbrahim ALTUNOK 4 Mart 2022
written by İbrahim ALTUNOK

Ülkemizde, birçok ülke ile karşılaştırıldığında YOGA oldukça yenidir. Zaman zaman medyada ünlülerin yoga uygulamalarıyla sağlık ve huzur bulması ile gündeme gelirken; zaman zaman da sansasyonel gündemlerde yerini bulur. Günümüzde yoga hakkında daha çok konuşulmakta, yoga eğitimleri yaygınlaşmaktadır.

“Sutra aforizmaları ile anlaşılır bir dile çevrilmiştir”

Sanskrit dilinde yoga kelimesi pek çok anlama sahiptir; “kontrol etmek”, “birleştirmek” “kavuşma” veya “birlik” olarak da çevrilebilen Sanskrit “yuj” kelimesinden türemiştir. Yaklaşık bin yedi yüz yıl önce yaşadığına inanılan ve yoganın klasik dönemini temsil eden Patanjali’de yoga anlayışı yazıya dökülmüş, dört bölüm ve yüz doksan altı “sutra” adı verilen aforizmalar ile yoga odaklı bilgiler anlaşılır bir şekilde yazılmıştır. Patanjali Yoga’yı bir görü,  zihin felsefesi olarak ele alır. Gerçek, canlı yada cansız her şeyin özündedir, zihin ise yanılmaya ve yanıltmaya çok müsaittir. Gerçeğe ulaşmak, içimizde olana, özümüze bakabilmemiz  için zihin dalgalanmalarının yönlendirilmesi önemlidir. Ne zaman ki zihnin yüzeyindeki dalgaları kontrol altına alır, gerçekte olup bitene farkındalıkla bakabilirsek başka etkenlerden uzak kendi varlığımızı sürdürebiliriz. 

“Pattabhi Jois’e göre Yoga evrenseldir.”

Peki yogayı nasıl tanımlayabiliriz? Ashtanga Yoga olarak bilinen yoga vinyasa stilini geliştiren, Sanskrit bilgini Sri K. Pattabhi Jois (Guruji)’ye göre yoga kim ne istiyorsa odur. Çoğu kez streching ile karıştırılan yoganın belki de en çok içine alınmaya çalışıldığı alan spordur. Spor gelişimine, amacına, yöntemine baktığımızda spor ile yoga arasında çok olumlu alışverişlerin olduğu ve olabileceği doğrudur. Kasların, kemiklerin ve eklemlerin dayanıklılık ve esneklik kazanmasını sağladığı için salt belirli asanaları (yoga duruşu) önerenler de vardır. Ancak bunlar yogayı spor olarak tanımlamaya yetmez. Yoga bir terapi yöntemidir ama sadece terapi de değildir. Lenf akışını iyileştirme ve düzenlemeden, kalp hızını yavaşlatma, kan basıncını düşürme, bağırsaklara kan akışını artırma gibi sağlık için faydaları sıralamakla bitmez. 

“Yoga iyileşmek için yapılmaz.”

Yoga yapılır, sonra iyilik de gelir, güzellik de… Yoga hiçbir beklenti olmadan sadece yoga olarak uygulanmalıdır. Hint coğrafyasında doğup, gelişmesi ve Vedik kökenden gelmesi nedeniyle Hindu diniyle felsefi yakınlığı vardır ancak yoga bir din veya inanç sistemi de değildir. Yoga; diller, dinler, uluslarüstü bir yapıyla, sınıf, cinsiyet, inanç, ırk ayrımı yapmaksızın, ödül ve de ceza vadetmeden tüm insanlığın hizmetinde uygulamalı bir yaşam sanatıdır.

Peki neden Yoga?

Günlük hayattaki streslerden uzaklaşmak , esneklik kazanmak, kilo vermek, sosyal medyadaki o havalı pozları yapabilmek, yeni ortamlara girebilmek, yeni arkadaşlar edinebilmek gibi zihinsel, fiziksel, sosyal beklentiler gibi nedenler çoğaltılabilir. Yogaya yeni başlayanların ve hali hazırda yoga pratiği olanların bu soruya cevapları değişkenlik gösterse de zaman zaman geriye dönüp neden başlamıştım ve neden sürdürüyorum sorusu da yogayı ezber kalıpların ötesine taşıyacaktır. Farkındalık ile yapılan yoga pratikleri beden, duygu, zihin ve ruh için mutlaka bir şeyler içerir.  Yoga zihni sadeleştirir, zihinsel esneklik ve yenilenme beraberinde huzur hissini de getirir.

“Yoga bir nevi hareketin şiiridir.”

Yaşınız, kilonuz, esnekliğiniz ne olursa olsun her birey için uyarlanabilir. Yoga uygulamaları bizi bedenimizin içindeki hassaslığa karşı daha duyarlı hale getirir, sınırlarımızı anlamamızı ve onlara saygılı olmamız gerektiğini bizlere hatırlatır. Max Strom’un dediği gibi “Bir duruşta ne kadar ileri gittiğin önemli değildir, vardığın yerde sana ne olduğu önemlidir.”  Yoga vücudu yavaşça canlandırır ve yeniler. Beden rahatladıkça zihin de rahatlar. Bedenimizi ve nefesimizi fark etmeye başladığımızda üzerimizdeki gerginliği de fark ederek daha çok rahatlamak isteriz. Hareketler ile senkron hale gelen nefes, odaklanmayı, konsantrasyonu arttırmak için aslında  harika bir yoldur. Yoga, günümüz mükemmelliyetçi zihniyetin ve yaşamsal rekabetin üstümüzde yarattığı stresten bizleri uzaklaştıracak, insani olan yanlarımızı törpülemeden ona doğal ve dengeli bir hal kazandıracak ve hayata olan yaklaşımımızı değiştirebilecek güce sahiptir.

“Bedensel ve ruhsal iyileşmenin olduğu, verimli bir hayat için denemeye değmez mi?”

Büyük değişim zamanlarından geçiyoruz, çevremizde stresi tetikleyen onca şey varken zihnimizi durultmak için yoga güzel bir yöntem olabilir. Bazılarımıza dans iyi gelebilir, bazılarına  müzik, bazıları koşmak veya yüzmek. Yeter ki yaşamsal enerjimizi boşa harcamak yerine dengeyi sağlayabildiğimiz,  kendimize ait alanlarımız olsun. Herkesin farkındalığa ve kendi özüne giden yolu Yoga ile kesişmeyebilir ama sizinki kesişecek olursa eğer kulağınızı sonsuzluğa açın ve içinizden gelen en derin itkilerinizi dinleyin…

NAMASTE

Bu yazı Acil Tıp Bülteni’nin Haziran 2021 tarihli 8. sayısında yayımlanmıştır.

4 Mart 2022 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
MercekTATDsosyal

Sosyal Medya Şirketiniz Hazır mı?

by İBRAHİM SARBAY 1 Mart 2022
written by İBRAHİM SARBAY

“Öncelikle bir sosyal medya şirketisiniz.”

Sosyal medya hesaplarıyla yüz binlerce takipçisi için adeta bir kanaat önderine dönüşen başarılı girişimci Gary Vaynerchuk, geçtiğimiz günlerde takipçilerine böyle seslenmişti. Abartılı ve sert uslubuna alışkın olanlar için şaşırtıcı olmasa da, birçoğumuz için vurucu bir cümle sayılabilir.

Sosyal medya şirketi mi? Nasıl yani?

Dünyanın her yerinde hekimlere biçilen bir kalıp var. Bu kalıbın dışına çıkanların garipsenmesi alışıldık bir durum. İster futbol, isterse sanat olsun; “alanı dışında” konuşan bir hekime ad hominem yüklemenin en kolay yolu, “Doktorluğunu yap!” oluyor. Mesleğin sürekli güncellenme gerektiren yoğun tempolu doğası ile bu toplumsal kalıplar bir araya geldiğinde, mesleği dışındaki alanlarda biraz çekingen davranmak meslektaşlarımız arasında yaygınlaşıyor.

Hal böyle olunca, Gary Vaynerchuk’ın iddialı cümlesi, bize bir beyaz yakalı esprisi gibi görünebilir. Ayın çoğunu çalışarak geçiren bir hekim, sosyal medyaya ayıracak vakti nereden bulsun? Hele bir de Acil Tıp gibi “hasta portföyü” gerektirmeyen alanlarda, “sosyal medya görünürlüğünü artırmak” ne gibi bir önem taşıyabilir ki?

İsterseniz, önce “Neden sosyal medyada olmalıyız?” kısmından başlayalım.

#FOAMed Akımı nedir?

Bu sorunun cevabı, “FOAMed” kelimesinde saklı. Sosyal medya kullanıp da #FOAMed akımını duymamışsanız, bir şeyler yolunda gitmiyor demektir. Mazisi 10 yıllık bile olmayan bu akım; “Free, Open Access, Medical Education” (Serbest, Açık Erişimli, Tıp Eğitimi) anlamına geliyor. Bir kaynak kitabın güncellenmesi ana dilinde bile yıllar alırken, özellikle COVID-19 salgınında gördüğümüz gibi yeni ortaya çıkan bir durumla ilgili en güncel bilgilere ulaşmanın yolu, tartışmasız FOAMed oluyor. Twitter’da her gün bu hashtag ile binlerce paylaşım yapılıyor. Elbette kişilerin kendi reklamlarını yapabildikleri veya bilimsel gücü tartışmalı içerikleri paylaşabildikleri su götürmez bir gerçek. Ancak konu güncele ulaşmaksa, çare tartışmasız #FOAMed. Slovenyalı Acil Tıp Uzmanı Gregor Prosen’ın önerisini uygulamak belki de bu noktada büyük önem taşıyor: “2. yılını tamamlamamış asistanımın #FOAMed içeriklerini takip etmesi yasak” diyor Prosen. “Önce temelini sağlam oturtacak, sonra güncel tartışmaları takip edecek.” Hani ne derler, altına imza.

Peki sosyal medyayı takip etmemiz gerektiğini kabul ettik diyelim. Takip etmenin ötesinde, gerçekten de bireysel olarak bir sosyal medya görünürlüğüne ihtiyacımız var mı? Varsa da nasıl “Bir sosyal medya şirketi” gibi olacağız? Bu satırları okurken, ücretli tanıtımlar, sosyal medya reklamları ve sansasyonel hareketler ile popüler olma telaşındaki isimler hızla aklınızdan geçmiş, mideniz de bulanmaya başlamıştır eminim. Elbette “Reklamın iyisi kötüsü olmaz” felsefesi ile yapmacık ve boş bir görünürlük kazanmaktan bahsetmiyor Vaynerchuk. Felsefesi basit: “Bir şeyi iyi yapıyorsan, izin ver de (isteyen) herkesin haberi olsun”.

Bu yazıda, sosyal medya görünürlüğümüzü artırmak için bazı ipuçlarına yer vereceğim. Her şeyden önce, bunları uygulamak bir “influencer” veya “fenomen” olmanıza yol açmayacak elbette. Böyle bir amacı olanın bu yazıyı okuyacağından şüpheliyim zaten. Amacım, alanında tanınmış isimlerin, sosyal medyayı kullanma “taktiklerinden” bir parça esinti sunarak dikkatinizi çekmekten fazlası değil.

İsterseniz başlayalım.

“Kritik soru: Benim amacım ne?”

Sosyal medya profilinize profesyonel bir bakışla bakmaya karar verdiğinizde, sormanız gereken en kritik soru “Benim amacım ne?” olacaktır. “Beğeni” ve ya “takipçi” kazanmak mı, yoksa tanınırlığını artırmak mı? Sosyal medya platformlarının en popülerlerinden biri olan Twitter üzerinden konuşacak olursak, daha fazla ‘Beğeni’ kazanmanın en önemli yolunun espriler ve aforizmalar paylaşmak, ‘tespitlerde’ bulunmak olduğunu kolayca anlayabiliriz. Bu şekilde hızla popüler bir Twitter profiline ulaşabilecek olsak da, bir tıp doktoru olarak profesyonel tanınırlığını artırmak için bu durumun en azından yararlı olmayacağını (hatta büyük ihtimalle de zararlı olacağını) anlamamız zor değil. Öyleyse ne yapalım?

“Ne ile tanınmak istiyorsak, o konuda paylaşımlar yapmaya başlamak güzel bir adım olabilir.”

Bugün işe alım süreçlerinde bile adayların sosyal medya hesaplarına ve isimleri arandığında arama motorlarında çıkan sonuçlara bakıldığını hepimiz biliyoruz. Arkadaşlarıma zaman zaman verdiğim bir örnek var: Mattu’nun Rezaie’nin vs… hekimlikleri hakkında çok olumlu fikirlerimiz var. Bu fikirlerin kaynağı ne? Hastalarının geri bildirimleri mi? Mesleki başarı raporları mı? Bir tanıdığımızdan mı duyduk? İnterneti etkin kullanmaya karar vermeselerdi, mesela Mattu o “whiteboard” vizitlerini sosyal medyada paylaşmasaydı, ünleri bulundukları şehrin dışına çıkacak mıydı?

Sosyal medya öyle bir güç ki, ABD’den, Avustralya’dan, hatta bir 3. Dünya ülkesinden birinin çıkıp yeteneklerini sergileyebilmesine ve bütün dünyada yankılar oluşturabilmesine yol açıyor.

“İnsanlar beni nasıl tanımalı?” Bu basit sorunun etrafında şekillendirdiğiniz bir sosyal medya hesabı karşınıza inanılmaz fırsatlar çıkmasına yol açacaktır şüphesiz.

Bedava Olsun, Bizim Olsun

Günümüzde herkes, her şeyi bedava elde etmek istiyor. Özellikle de bilgiyi ve tecrübeyi. Ama bir yanda da, iki üç cafcaflı kelimeyi bir araya getirip yüksek yüksek ücretlerle, bilgi ve tecrübe “tüccarlığı” yapan yığınla insan var. Öyleyse “bir delilik” yapsak ve kendi alanımızdan değerli bilgi ve tecrübeleri ücretsiz olarak taliplilerine sunsak, insanların ilgisini çekmez mi? Çeker elbette. Böylece sizinle aynı alanda ilgili takipçiler edinmeniz ve “kulaktan kulağa” yayılarak ağınızı genişletmeniz mümkün olacaktır.

Amal Mattu’nun meşhur EKG videolarını bu konuda bir örnek olarak görebiliriz. Paylaşımlarınızla güçlü bir kitle oluşturduktan ve bir markaya dönüştükten sonra, içeriklerinizden gelir etme etmeniz de mümkün.

Hangi Mecralar?

“Sosyal Medya” dediğimizde aklınıza hangi platformlar geliyor? En “Bu işlerden anlamayan” bile en az 5 tanesini sayabilir muhtemelen. Ancak bu sorunun gerçek cevabı belki de yüzlerce. Peki biz hangi platformları tercih etmeliyiz?

“Kontrolünüzden çıkmayacak kadar çok platformu etkin kullanın”

Sosyal medyayı etkin kullanan isimler, ”Mümkün olduğu kadar çok platformu” diyor. Özel sosyal medya ekipleri olan isimler için bu sayı bir elin parmaklarını elbette geçecektir, ancak bizim gibi kendi profillerini yönetmek durumunda olanlar için bu sayının “kontrolünüzden çıkmayacak kadar çok” olarak güncellenmesi yerinde olabilir. Kişisel tecrübelerim 5 platformu aşmamanın doğru olacağını söylüyor. Peki hangileri? Bu sorunun cevabı, içeriklerinizi nasıl ürettiğinizde gizli.

Güçlü Yanın Hangisi?

Bazı insanlar kamera karşısında çok rahattır, bazısı ise eline kalemi aldı mı yazar da yazar… Hangi iletişim şeklinde güçlüyseniz, o tarzda içerik üretmeniz işinizi kolaylaştıracaktır. Örnek olarak, video çekerek içerik üretmek kolay geliyorsa videolu içerikler üretebilir; sesinize güveniyorsanız podcastler hazırlayabilirsiniz.

“Yeteneklerinizi geliştirmek için tek gereken biraz cesaret olabilir.”

Elbette hedef kitlenizin yer aldığı mecraları da göz önünde bulundurmalı, içeriklerinizi oralara uyacak halde sunmalısınız. Üstelik içerik üretirken, zayıf gördüğünüz yönlerinizi de kuvvetlendirmeniz mümkün. Hiç kimse kamera karşısında konuşma yetisi ile doğmuyor.

 “Aynı içeriği bütün platformlarda paylaşmak mümkün”

Mecranı İyi Tanı

Twitter’da “patlayacak” bir paylaşım, LinkedIn’de hiçbir şey ifade etmeyebilir. YouTube’da popüler olacak bir video, Instagram’da kaybolup gidebilir. Her mecranın kendine has bir tarzı var.  Ürettiklerinizin daha çok tüketilmesini istiyorsanız, içeriğinizi mecraya uydurmak durumundasınız. 10 dakikalık bir video çektiyseniz, kırpıp kırpıp bir Twitter kolajı, bir Instagram hikayesi, bir Instagram paylaşımı, bir blog yazısı çıkarabilirsiniz pekala. Ama bu mecraların kendine has nüanslarını atlamadan. Yoksa bir tuşla aynı içeriği bütün platformlarda paylaşmak zaten mümkün. Bunun adına hak arasında “Buffer” diyorlar. Bununla yetinmeyin. Bir içerik farklı bin mecrada olabilir ancak bini de kendine özel olmak kaydıyla…

Sabırla Koruk Helva Olur

Türkiye şartlarında erken sayılabilecek bir tarihte, 2010’da, kişisel bir Twitter hesabı açmışım. İlk günden beri aynı hesaptayım. 9 yılda 350 takipçiye ancak ulaştım. Son bir yıl içerisinde takipçi sayım 5.000’i geçti. Daha da önemlisi alanında tanınmış bir çok isimle tanışma fırsatı buldum. Bana sorarsanız, ilk 9 yılda paylaştıklarımla, son bir yılda paylaştıklarım arasında pek de bir fark yok. Peki ne değişti?

“Her şeyin bir zamanı var”

Bir mecraya bir gün içinde bin içerik yüklediğinizi düşünelim. Sonra bir yıl boyunca içerik paylaşmayın. Ne olur? İlk günden spam hesap olarak işaretlenmediğinizi varsayarsak, istediğiniz tanınırlığa ulaşamayacağınızı tahmin etmek zor değil. Bunun yerine o bin paylaşımı bir yıla yayarak yapsanız? Mutlaka bir geri dönüş alacaksınız. Bir yıl sonra olmadı mı? Siz devam edin. Zamanla mecrayı da daha iyi tanıyacaksınız, mecra da sizi daha iyi tanıyacak. Pes etmek yok.

Hangi İçeriklerim Popüler Olacak?

Bu soru, sorabileceğiniz en ilgisiz sorulardan biri ve tek bir cevabı var: Bilemezsiniz! Sosyal medyanın keyifli tarafı da bu. Bir içerik paylaşırsınız, yüksek takipçili hesaplar paylaşmaya başlar ve bir kar topu gibi büyür gider. “10 kişi beğenmez” dediğim ama binlerce beğeni alan paylaşımlarım da oldu, “Çok tutacak” dediğim ama umduğumu bulamadığım binlerce paylaşımım da. Kardeşimle zaman zaman hatırlar güleriz: En çok emek verdiğimiz çalışmalarımız, en az tüketilen çalışmalarımız olmuştur her zaman. Dolayısıyla aklınızdan bu soruyu atın.

“Viral olan içeriklerinizin uzun vadede hedefinize ulaşmanıza çok da bir katkısı olmayacak”

Viral bir içerik üretmenin insana keyif verdiğini inkar etmeyeceğim elbette. Ancak bir çok kullanıcı; bir kere başarılı bir içerik paylaştıktan sonra, hep aynı başarıyı elde etmesi gerektiğini düşünerek kendini fazlasıyla yoruyor ve sonuçta içerik üretmekten soğuyor. Halbuki “Twitter fenomeni” olmayı amaçlamıyorsanız; viral olan bir içeriğiniz, daha fazla trolün dikkatini çekmenizden ve hedef kitleniz dışındaki alanlardan bir çok “anlık takipçi” gelmesinden başka bir amaca hizmet etmeyecektir. İş ağınızı genişletmenin yolu, sürekli ve daima yüksek kalitede içerik paylaşmaktan geçiyor.

“Bu işin bir kısa yolu, bir hilesi yok”

Etik

Sosyal medyayı bir “vahşi batı deneyimi” tadında görmek alışıldık bir durum. İnternetin ortaya çıktığı ilk günlerden beri pompalanan bu anlayış, kuralsız bir dünya vaat edildiğini düşünen kitlelerin internette gerçek dünyanın kalıplarından kurtularak bir anlamda “akıllarına eseni” yapabileceklerini zannetmelerine yol açtı. Elbette “özgürlük”, ABD ordusunun hızlı iletişim amacıyla geliştirdiği ve “amme hizmeti” (!) olarak halkın kullanımına açtığı bu teknoloji için yapılabilecek en yanlış tanımlardan biriydi. İnternetten atılan her mesajın, gönderilen her sesin yüzlerce yerde kaydedildiğini ve internette gizlilik ve özgürlüğün olmadığını artık hepimiz biliyoruz.

Gerçek hayatta ağzınızdan çıkan bir kelimeyi geri almanız mümkün olmasa da, muhatabınızdan özür dileyebilir veya ne demek istediğinizi uzun uzun anlatabilirsiniz. Ancak sosyal medyada paylaştığınız herhangi bir içerik, göz açıp kapayana kadar dünyanın öbür ucundaki kullanıcılara kadar ulaşır ve çoğunlukla da okuyanların bir bölümü paylaşımınıza aklınızın ucundan bile geçmeyen anlamları yükleyebilir. Önüne geleni linç etmek için parmak uçları kaşınan trollere istediklerini vermemek, bir başka ifadeyle “Trolleri beslememek“ için, paylaştıklarınızı tekrar tekrar düşünmeli ve hakkınızda yanlış bir algı oluşturabilecek tartışmalı ifadelerden mümkün olduğunca kaçınmalısınız.

Dünyanın birçok yerinde, sağlık profesyonellerinin sosyal medya kullanımında uygulanması gereken kurallar tanımlanmış. Burada AMA’nın (American Medical Association) İnternette Tıp Etiği üzerine yayınladığı kuralları özetlemek yeterli olacaktır sanırım:

  1. Doktorlar, internette de hasta mahremiyeti ve gizlilik standartlarının bilincinde olmalı ve tanımlanabilir hasta bilgilerini çevrimiçi paylaşmaktan kaçınmalıdır.
  2. Sosyal medyayı eğitim amaçlı kullanırken veya diğer hekimlerle profesyonel olarak bilgi alışverişinde bulunurken; mahremiyet, gizlilik ve bilgilendirilmiş onam ile ilgili etik rehberler uygulanmalıdır.
  3. Doktorlar, sosyal ağları kullanırken, paylaştıkları içeriğin kalıcı olarak orada olduğunun bilincinde olmalıdır. Bu nedenle, kendi sitelerindeki bilgilerin ve (mümkünse) kendileriyle ilgili bütün içeriklerin doğru olmasını sağlamak için rutin olarak internet varlıklarını izlemelidir.
  4. Doktorlar, eğer internette hastalarla etkileşime giriyor ise, tıpkı diğer ortamlarda olduğu gibi mesleki etik kurallara uygun olarak hasta-hekim ilişkisinin uygun sınırlarını korumalıdır.
  5. Sınırları korumak için kişisel ve profesyonel içeriği ayırmak düşünülmelidir.
  6. Doktorlar, meslektaşları tarafından yayınlanan uygunsuz bir içeriği gördüklerinde, bu konuyu kişinin dikkatine sunmak ile yükümlüdürler. Davranış mesleki normları önemli ölçüde ihlal ediyorsa ve kişi durumu çözmek için uygun önlem almıyorsa, konu uygun yetkililere bildirilmelidir.
  7. Doktorlar, paylaştıkları içeriğin hastalar ve meslektaşları arasındaki itibarlarını olumsuz etkileyebileceğini, tıbbi kariyerleri için (özellikle eğitimleri sürüyorsa) sonuçları olabileceğini ve halkın tıp mesleğine olan güvenini zayıflatabileceğini kabul etmelidir.

Daha detaylı bilgi edinmek isterseniz, AMA web sitesindeki “Professionalism in the Use of Social Media” başlığına erişebilirsiniz.

Özetlersek…

Eliniz sosyal medya hesabınızın “Gönder” tuşuna her yaklaştığında, bu cümleyi tekrar hatırlayın:

“Öncelikle bir sosyal medya şirketisiniz.”

Paylaştıklarınızla (ve bazen de paylaşmadıklarınızla) sizi izleyen binlerce kişiye hayatınıza dair doneler vereceksiniz.

Sosyal medya, yıllarca uğraşsanız bile dikkatini çekme fırsatı bulamayacağınız “usta”lara kendinizi gösterme fırsatı bulabileceğiniz eşsiz bir yer.

Özenli bir çalışma, kariyerinizde hak ettiğiniz yere ulaşmada diğer her şeyden daha önemli olabilir.

Sosyal medya, asla “sadece sosyal medya” değildir.

Bu yazı Acil Tıp Bülteni’nin Haziran 2021 tarihli 8. sayısında yayımlanmıştır.

1 Mart 2022 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
HobiMercekSizden GelenlerTATDsosyal

Kaş’ından Gözüne Bir Başka Dünya

by İbrahim ALTUNOK 26 Şubat 2022
written by İbrahim ALTUNOK

Sabahın ilk ışıkları ile uyanıp saat 10’da yola çıkacak olan teknemiz için Kaş yollarına düşüyoruz. Dudağımda Bulutsuzluk Özlemi’nin “Soldan güneş yükseliyordu, güneye giderken.” dizelerini mırıldanıyorum. Çocukluğumdan bu yana su üzerinde optimist, lazer yarışları, rüzgar sörfü, yat yarışları, profesyonel yüzme, kuleden atlama gibi sporları yapmış ancak delicesine merak ettiğim su altına geçişi sürekli ertelemiştim. Bir yerden başlamanın zamanı çoktan gelmişti ve dalış için 21 noktası ile Türkiye’nin en önemli merkezlerinden biri olan Kaş’a sadece 2,5 saat uzaklıkta olmanın avantajını artık kullanmalıydım.

Su altında uzun süreler kalmak, doğanın eşsiz güzelliğini en ince detayları ile keşfetme isteği tüpsüz dalış yerine beni tüplü dalış sevdasına yönlendirdi. Erken saatte kahvaltı yaparak midemizi dalışa hazır hale getirdik ve yola koyulduk. Türkiye’nin birçok dalış noktasında olduğu gibi Kaş’ta da çok sayıda dalış okulu bulunmakta. İsteğinize göre -5m’ye kadar inerek tüplü dalışın tadına bakabileceğiniz bir deneme dalışı (Discover Scuba Diving) ile bu spora başlayabilirsiniz. 4 günlük bir süreyi ayırmanız halinde ise CMAS (World Confederation of Underwater Activities), SSI (Scuba Schools International) veya PADI (Professional Association of Diving Instructers)gibi federasyonlardan birinin brövesi ile profesyonel dünyaya adım atabiliyorsunuz. PADI Open Water Diver eğitimi ya da CMAS 1 yıldız dalış eğitimini tamamladığınızda -18m’ye kadar dalış hakkına sahip oluyorsunuz. Ben başlangıç için hızlı bir girişi tercih ederek discover dalışını atlayıp TSSF (Türkiye Sualtı Sporları Federasyonu) ile direkt bağlantısı bulunan CMAS’ın 1 yıldız eğitimine çoktan karar vermiştim.

“Su altında kendi nefesinin sesini duymak en büyük meditasyon”

Tüplü dalış için dünyadaki en popüler yerlere; Güney Avustralya’da Büyük Bariyer Resifi, Bahama Adaları, Mısır’da Kızıldeniz, Papau Yeni Gine, Galapagos Adaları, Meksika,  Maldivler ve Tayland gibi noktaları örnek gösterebiliriz. Dünya için bu noktalar ne ise ülkemiz için de Kaş tam olarak odur. Saatin 10 olması ile eşsiz maviliklere olan yolculuğumun ilk adımını artık atmıştım. Ekipmanların tanıtımı, su altında nefes alış veriş egzersizleri ve dalış biyofiziği ile ilgili bilgilendirme dersinden sonra su üzeri ve su altındaki dersleri büyük bir keyifle tamamladım. Su altında sadece kendi nefesinin sesini duymak, dünya üzerindeki en büyük meditasyonu sağlıyordu. Odaklanmayı, zihni boşaltmayı kolaylaştırıp; acilin stresli ortamından fersah fersah uzağa, sonsuz bir dinginlik ve huzura taşıyordu insanı. Gördüğüm rengarenk mercan resifleri, carettalar, mürenler, ahtapotlar, barakudalar, orfozlar yanıma kar kalıyordu.

Kaç insan vatozlarla yarış yapabilme, dev deniz yıldızlarıyla fotoğraf çekilme, kimi 2. Dünya savaşından kimi milattan önceden kalma bir çok batığa dokunabilme fırsatını yaşayabiliyor ki hayatta?

İş ve hayatın tüm stresini suyunu çıkarırcasına sizden alıp sonsuz huzuru yüreğinize veren dalış sporunu, tadı bu şekilde damağınızdayken bir daha zaten bırakamıyorsunuz. Ben de ilk brövemi aldıktan sonra onlarca dalışı dalış kitapçığıma ekleyerek yoluma devam ettim ve 2. brövem olarak uluslararası tanınırlığı daha yüksek olan PADI Advenced Open Water programını seçerek tamamladım. Artık -30 metreye kadar inebiliyor, deniz altı vadilerini, orfozların yuvalarını görebiliyor, derin deniz batıklarının keyfini daha bilgili şekilde çıkarabiliyordum. Ayrıca gece dalışı yapma imkanına da sahip olarak tüm deniz canlılarını uyanık ve aktif oldukları akşam saatlerinde gözlemleme fırsatını buluyordum. Türkiye’nin dört bir yanından edindiğim arkadaşlıklar ve teknede eşsiz manzaralarda yaptığımız sohbetler içtiğimiz çayın tadı hala damağımdadır, vazgeçilmezimdir. Bu saatten sonra işleri ciddileştirmenin ve mesleğim olan acil tıp uzmanlığına da katkı verebilecek kapıların önümde açılmasının vakti gelmişti. Böylece PADI Rescue Diver brövesi ile su altı-üzeri arama kurtarmacı lisansımı da geçtiğimiz yaz belgelerim arasına ekledim. Böylece işimin gereği muhatap olabileceğim dalış kazalarına artık alanda müdahale etme yetkisini de elde ettim. Önümde ise PADI Divemaster seviyesi ve sonrasında eğitimcilik seviyeleri gibi birçok seçenek hala mevcut. Alacağım yeni dersler nice keyifler beni bekliyor. Sizleri de mavinin nice tonlarını görmeye ve bu eşsiz dünyanın bir parçası olmaya davet ederim.

“Bu eşsiz Dünya’nın bir parçası olmaktan asla pişmanlık duymazsınız”

Dünyayı kontrol altına alan ve hepimizin hayatlarını tümden değiştiren coronavirüs salgınında bu işleri nasıl yapabiliriz dediğinizi duyar gibiyim. Yazımda daha önce de bahsettiğim gibi son brövemi geçtiğimiz yaz coronavirüs salgın dönemi içerisinde elde ettim. Dalış tekneleri bu süre zarfında yarı kapasite ile hizmet verdiler. Herkesin tekneye binişlerde tek tek ateş ölçümleri alındı, HES kodları ve isimleri liman başkanlığına bildirildi. Maske ve mesafe önlemlerine dikkat edilerek oturuldu. Dalış ekipmanları ise her dalış öncesinde kişi başı zimmetli şekilde dağıtılarak her dalış sonrası dezenfekte işlemine tabi tutuldu. Ben ekipmanlarımı toplamaya başlamış ve ilk brövemden sonra dalış bilgisayarımı, ikinci brövemden sonra ise maskemi, dalış yeleğimi ve regülatörümü satın almıştım. Bu sebeple kişisel ekipmanım mevcut olduğu için daha da rahat şekilde sadece dezenfekte edilmiş dalış kıyafetim ve paletlerimi kulübümden temin ederek sporumu yapabildim.

Yapılan araştırmalarda ise dalış tüplerinin dolum basınçları sırasında ulaştığı ısı seviyesinde virüsün yaşayamadığı ve kendini sterilize ettiği kanıtlanmıştır. Kısacası koruyucu önlemlere uyduğunuz sürece sizi bu spordan alıkoyacak bir sebep bulunmamaktadır.

“COVİD-19 hastalığına yakalanırsam dalış yapabilir miyim?”

Maalesef ki bunun kesin bir cevabı bulunmamakta. Avusturya’da bulunan Innsbruck Üniversitesi Hastanesi’nden Dr. Frank Hartig tarafından COVİD-19 hastalığına yakalanmış ve sonrasında iyileşmiş altı aktif dalgıç üzerinde yapılan çalışmada, sağlıklı görünen kişilerin bile efor kapasitelerinde ve alveol yapılarında oluşan hasar sonucu stres testi kapasitelerinde düşüşler saptanmış olup, bu nedenle ileri tetkikler yapılmadan dalış yapmalarına izin verilmemiştir.

“Enfeksiyon sonrası dalış yapmak için en az 3 ay beklemek doğru olabilir”

Belçika Dalış ve Hiperbarik Tıbbı Derneği’nin çalışmasında ise saf oksijen verilen bazı hastalarda belirtilerin ağırlaşabildiği, enfeksiyon belirtilerini yeni atlatmış bazı hastalarda bulaştırıcılığın hala sürebildiği ve dekompresyon hastalığı riskinin sağlıklı insanlara oranla daha fazla olması sebepleri ile dalış yapmak için en az 3 ay beklenmesi gerektiği belirtilmiştir.

Hayatı felç eden coronavirüs salgınından çok uzakta, maviliklerin en derininde hepinizle görüşmek üzere.

Bu yazı Acil Tıp Bülteni’nin Haziran 2021 tarihli 8. sayısında yayımlanmıştır.

26 Şubat 2022 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
Newer Posts
Older Posts

Hakkımızda

  • Üyelik Başvuru Formu
  • Kurumsal Kimliğimiz
  • Gizlilik Politikası

Bize Ulaşın

  • Mustafa Kemal Mahallesi Dumlupınar Blv. No:274 Mahall E Blok Daire:18 Ankara
  • Telefon: (0312) 438 12 66
  • Email: bilgi@tatd.org.tr
@2024 – All Right Reserved. Designed and Developed by Themis
Facebook Twitter Instagram Linkedin Youtube Email
Acil Tıp Bülteni
  • Home
Giriş

Çıkış yapana kadar oturumumu açık tut

Şifrenizi mi unuttunuz?

Password Recovery

A new password will be emailed to you.

Have received a new password? Login here