Acil Tıp Bülteni
  • Hakkımızda
    • Hakkımızda
      • Önsöz
      • Yayın İlkeleri
    • Künye
      • Dergi Ekibi
    • İletişim
  • Gündem
  • Hobi
  • Röportaj
  • Seyahat
  • Sizden Gelenler
  • Sayılar
  • İletişim
Aidat Ödemesi Bağış
Acil Tıp Bülteni
  • Hakkımızda
    • Hakkımızda
      • Önsöz
      • Yayın İlkeleri
    • Künye
      • Dergi Ekibi
    • İletişim
  • Gündem
  • Hobi
  • Röportaj
  • Seyahat
  • Sizden Gelenler
  • Sayılar
  • İletişim
  • Üye Girişi
Perşembe, 3 Temmuz, 2025
Son Yazılar
Sağlıkta Şiddet Yasası
Güzel Şehir Van
Ocak 2025 sayımız çıktı. İyi okumalar.
’Bilimin Işığında’ Projesi Devam Ediyor
Bol Sosyal Programlı Özlenen Kongre
Acil Tıp Bülteni
Acil Tıp Bülteni
Aidat Ödemesi
  • Hakkımızda
    • Hakkımızda
      • Önsöz
      • Yayın İlkeleri
    • Künye
      • Dergi Ekibi
    • İletişim
  • Gündem
  • Hobi
  • Röportaj
  • Seyahat
  • Sizden Gelenler
  • Sayılar
  • İletişim
Copyright 2024 - All Right Reserved
TATDsosyal

Çanağı beyaz, çorbası kara, fırtı kırk para…

by Mehmet Alp Akın 13 Aralık 2019
written by Mehmet Alp Akın

Bir bilmecem var, cevabını kim biliyor acaba?

Çanağı beyaz, çorbası kara, fırtı kırk para.

Bilemediniz mi? O zaman bir tane daha;  

Yemen’den gelir derler, kolay içilir derler, aştan sonra tadını tiryaki bilir derler. 

Acaba nedir, nedir? 

Bilmecelerin cevabı, tahmininiz üzere bu yazımın da ana teması olan KAHVE. 

Yazar: Süleyman İBZE, Acil Tıp Uzmanı ve daha önce Akdeniz Üniversitesi Acil Tıp ABD’nin bir ferdi idi, şimdi ise; Antalya Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin… Acilin kırmızı alanını, evin mutfağını seven birisi. Mekanik ventilasyon ve ultrasonografi özel ilgi alanı olmakla beraber, aksiyonu ve de zor hastayı sever. Günün yorgunluğunu mutfakta yeni tatlar deneyerek, NBA veya motorsporları izleyerek geçirir. Yaşamak için yemez, yemek için gezer, araştırır ve yaşar.

Belki denk gelmişsinizdir, bir önceki yazıda kahve çekirdeğinin tarihinden ve göçünden bahsetmiştim. Şimdi de kahvenin bu yolculuğundan sonraki sürecinden bahsetmek istiyorum. 

Tabi, öncelikle kahvenin bir bitki olduğunu hatırlatmak isterim. Rubiaceae familyasında 120’ye yakın türe sahip bir bitki. Ancak dünya genelinde kahve üretiminde kullanılan temelde 2 farklı kahve bitkisi türü var, bunlar Arabica ve Robusta türleri. Farklı türler de mevcut olsa da asıl üretim bu iki tür üzerinden yapılıyor. Üretim hacminin yaklaşık yüzde 70’ini arabica, yüzde 25’ini robusta oluşturuyor. 

Kahve bitkisi, soğuktan etkilenen, düzenli yağış isteyen narin bir bitki. İlk hasat için 3 yıl beklenmesi gerekir. Bitki dikimden 3 yıl sonra meyve vermeye başlar ve yaklaşık 20 yıl meyve verir. Her bir ağaçtan her seferinde yaklaşık 5 kg kahve kirazı toplanır, bundan da yaklaşık 1 kg yeşil kahve çekirdeği elde edilir. 

Üretim hacminin çoğunluğunu arabicanın oluşturmasının nedeni robustaya göre daha değerli bir çekirdek olmasıdır. Üretimi daha zordur, bitki daha narindir, yetişmesi için uygun iklim aralığı daha dardır. Bu özelliği nedeniyle arabicanın aroması ve tat profili daha zengindir. Bunlar da doğal olarak arabicanın daha pahalı bir tür olmasına neden olan durumlardır. Arabicanın yetiştiği iklim, sıcaklık ve toprak yapısı aromasını arttırırken, kafein miktarının düşmesine neden olur. Yaklaşık %0.8 – 1.4 oranında – robustanın yarısı miktarında – kafein içerir. 

Robusta, deniz seviyesinden 600 metre yüksekliğe kadar olan seviyelerde yetişebilir. Daha dirençli bir ağaçtır. Arabicaya göre daha fazla ürün verebilir. Kafein oranı da daha yüksektir, yaklaşık %1.7 – 2.4 arasındadır. Tat profilinde gövde baskındır, çikolatamsı tatlar vardır. Kahve sektöründe espresso kahve için özellikle tercih edilen bir türdür.    

              Kahve bitkisinin yetiştiği coğrafyaya bakarsak karşımıza ekvator kuşağının çıktığını görürüz. Kolombiya, Brezilya, Etiyopya, Peru, Kenya, Hindistan, Guetamala gibi Yengeç ve Oğlak Dönencesi arasında kalan sıcak ve yağışlı ülkelerde üretimi yapılır. Bitkinin yetiştiği toprak yapısı, rakım, yağış miktarı tat profilini etkileyen temel parametrelerdir. Bu yüzden yöreler arasında tat profillerinde farklılıklar oluşur. Örneğin Guetamala kahveleri çiçeksi, hafif ve aromatik bir tat profiline sahipken Hawai kahveleri keskin, düz dengeli bir tat profiline sahiptir. Kolombiya kahvelerinde meyve, karamel aromalı gövde baskın profil varken, Peru kahvelerinde karamelimsi, tatlı, asitli tatlar öne çıkar. 

Topraktan önümüze kadar gelen kahvenin, tat profillerinin yalnızca yetiştiği şartlarla bile ne kadar değişken olabildiğini görüyorsunuz. Farklı demleme ekipmanları ve teknikleri sayesinde bu aşamadan sonra da kahvenin tadında farklı sonlanımlar elde edebiliriz. Hatta tek bir kahve demleme tekniğinde bile demleme süresi ve oranları değiştirerek farklı tat profilleri ortaya çıkarabiliriz.   

Kahvenin faydası çoktur bedene,

Minnetim var onu icat edene,

İtibâr etmeli gelen gidene,

Misafire, dosta, eşe, akrâna. 

Yazımın geri kalanında sizlerle otomatik ve manuel kahve demleme ekipmanlarından ve yöntemlerinden bahsetmek istiyorum. 

Espresso, tüm kahve çeşitlerini göz önünde bulundurduğumuzda aslında en temel kahvedir. Tek başına içilebildiği gibi başka kahve çeşitlerinin de gövdesini oluşturur. Özellikle İtalyan’ların gözde içeceğidir. Teknik olarak özel ekipmana ihtiyaç vardır ve ekipmanın kalitesi espressonun da kalitesini belirler. Daha çok endüstriyel alanda tercih edilse ve kahve işletmeleri tarafından yapılsa da ev tipi otomatik makineler de mevcuttur. Espresso için tanımlanmış temel kriterler vardır. Bunlar; 

  • 7-7,5 gr espresso boyutunda öğütülmüş kahve,
  • İçme suyu
  • 85-94 santigrad derece su sıcaklığı
  • 9 bar su basıncı
  • 15-20 kg sıkıştırma basıncı
  • 24-27 saniye akış süresi
  • 30 ml kahve alımı

İdeal bir espressonun göstergelerinden birisi fincanın üstünü kaplayan fındık kabuğu renginde pürüzsüz bir kremadır. 

Ristretto, espressonun daha az akış süresi ile elde edilen türevidir. Yine 7-7,5 gr ince öğütülmüş kahve kullanılır. Su sıcaklığı, sıkıştırma ve su basıncı aynıdır ancak akış zamanı daha kısa tutulur. Ristretto da 15-20 ml kahve elde edilir. Espressoya göre daha yoğun ama daha az acı bir kahve elde edilir. 

Coffee espresso machine making Americano in cafe at morning.

Americano, 2. Dünya Savaşı sıralarında İtalya’da ortaya çıkmıştır. Tat profili filtre kahveyi andırsa da espresso temelli bir kahve olduğu için farklıdırlar. Orijinal tarif; 180 ml’lik fincanın 2/3’ünü dolduracak kadar sıcak su konulup, onun üzerine 7-7,5 gr öğütülmüş kahveden yapılan 1 shot espresso eklenmesidir. Burada önemli olan, önce sıcak suyun konulması, daha sonra espressonun fincana eklenmesidir. Diğer türlü kahve sıcak suyla yanacağı için acı bir tat ortaya çıkacaktır. Bazı tam otomatik makinelerde uzun çekim yöntemle de americano elde edilir. 

French press, birçok kahve severin artık evinde bulundurduğu bir manuel demleme aparatıdır. Aynı zamanda demleme yönteminin de adıdır. İçinde metal bir süzgeç olan cam bir haznenin içine konulan öğütülmüş kahve ve sıcak su yaklaşık 3-4 dakikalık sürenin ardından süzülerek içilir. Filtre kahve grubunda değerlendirilir. 

Pour over demleme, bir filtre aracılığı ile öğütülmüş kahvenin üzerinden sıcak su geçirilerek kahve demlenmesini tarif eden yöntemdir. Farklı ürünler ile pour over demleme yapılabilir. En çok bilinen iki ürün “Chemex” ve “V60 dripper”dır. 

V60 dripper; kahvenin demleneceği haznenin üzerine oturtulan, kesik koni şeklinde ve içinde su akış kanalları barındıran, genellikle porselenden üretilen bir üründür. Genellikle kendi şekline uygun kağıt filtreyle kullanılır ancak kendinden filtreli olanları da vardır. Kullanılan öğütülmüş kahvenin miktarı çok değişken olmakla birlikte genel tarif şöyledir. 

  • 17-21 gr inceden biraz daha kalın öğütülmüş kahve
  • 92-96 santigrad derece sıcak su
  • 30 saniye / 30 ml ön demleme
  • 3 dakika maksimum demleme süresi
  • 250 ml filtre kahve eldesi
Chemex

Chemex de pour over demleme ekipmanlarından biridir. V60 dripper’dan farkı daha çok kişiye aynı anda demleme yapılabiliyor olmasıdır. 10 kişiliğe kadar büyük boyutları mevcuttur. Chemex için önerilen tarif de şöyledir. Örneğin 6 kişi için yapılacak bir demlemede yaklaşık 50-60 gr ince-orta öğütülmüş kahve, 30 saniye ön demlemeden geçirilir. Yaklaşık 4 dakika maksimum demleme süresinde 800 ml filtre kahve elde edilir. Su sıcaklığının 92-94 derece arasında olması idealdir. 

Moka Pot

Moka Pot, İtalyan’ların kullandığı bir demleme yöntemi ve ekipmanıdır. Evde, arazide kolayca kahve yapılmasına olanak verir. Altta ve üstte, sıvının toplanmasını sağlayan iki temel parça vardır ve ortada öğütülmüş kahvenin konulduğu, üst ve alt haznelerin bağlantısını sağlayan bir filtre sistemi bulunur. Alt parçaya su konulur. Ortadaki filtre kısmına espresso kalınlığından daha kalın öğütülmüş yaklaşık 10-11 gr kahve konulur. Espressodan farklı olarak bu yöntemde sıkıştırma uygulanmaz. Filtre sistemi alt parçanın içine yerleştirilir ve üst parça dikkatlice kapatılır. Başlangıçta üst parça tamamen boştur. Üst parça ile filtre bir boru aracılığı ile birbiriyle bağlantılıdır. Bu demleme yönteminde ısınan suyun buhar basıncından faydalanılır. Alt haznede ısınmaya başlayan su buharı yukarıya itilerek filtredeki kahveyle temas eder. Üst parçanın ortasındaki borunun basıncı dış basınçla eşit olduğu için alttan basınçla gelen su, sürecin sonunda kahve olarak üst parçanın içinde toplanmaya başlar.  Moka pot için önerilen tarif;

  • 10-11 gr espressodan daha kalın çekilmiş kahve
  • 98-99 derece su
  • Maksimum 5 dakika demleme süresi
  • 1-2 bar su basıncı
  • 100 ml kahve elde edilişi. 
Syphon

Syphon (sifon), iki hazneli bir manuel demleme ekipmanıdır. Alt taraf içine su konulan kapalı bir haznedir, üstte ise bir boru aracılığı ile alt hazneye bağlanan içine öğütülmüş kahvenin konduğu parça bulunur. Bu yöntemde kahve ile su üst bölümde birleşir, sonrasında filtreden süzülen kahve alt haznede toplanır. Bileşik kaplar kanunu ile hazırlanmış, su ve buhar basıncından faydalanan bir yöntemdir. Görsel yönü fazla, kullanışlılığı kısmen az bir ekipmandır. Altına yerleştirilen bir ısı kaynağı ila alt haznedeki su ısınmaya başlar ve oluşan su buharı hazne içindeki suyu üst  parçaya iter. Burada su ile birleşen kahvenin demlenme süreci tamamlandığında ısı kaynağı uzaklaştırılır ve üstteki kahve filtre aracılığı ile süzülerek alt haznede toplanır. 

Aeropres

Aeropress, 2005 yılında bulunan bir demleme yöntemidir. Sıcak su ve kahvenin yeterli olduğu ve basınçla demlemenin yapılabildiği manuel bir ekipmandır. Yine iki bölümden oluşur. Burada kahve ve su üst bölümde birleşir ve sonrasında manuel piston yardımı ile yaklaşık 6,5-7 bar gücünde basınç oluşturularak kahve demleme tamamlanır. Kahvenin aromatik özelliklerini ortaya çıkarmak için uygun bir demleme yöntemidir. Aeropress için kriterler şöyle belirlenmiştir. 

  • 17 gr çok ince-ince aralığında öğütülmüş kahve. 
  • 2-3 dakika demleme süresi
  • 88-94 derece su sıcaklığı
  • 6,5-7 bar basınç
  • 225 ml kahve elde edilişi. 

Kahve demleme ile ilgili temel ekipman ve yöntemlerden kabaca bahsettim. Ancak şu yöntem en iyisidir gibi bir iddiada bulunmak oldukça subjektif bir yaklaşım olur. Hangi tadı istediğinize, nasıl bir kahve içiminden hoşlandığınıza ve bulunduğunuz ortamın koşullarına göre demleme yöntemlerinden size uygun olanı seçebilirsiniz. Örneğin kalabalık bir gruba evde kahve demlemek için Chemex uygun bir seçenek iken V60 dripper veya aeropress yetersiz kalacaktır. Ya da arazi veya kamp şartlarında kahve yapmak isterseniz espresso makinenizi yanınızda götüremezsiniz ama aeropress, v60 dripper veya moka potu yanınızda götürebilir ve kahvenizin keyfini sürebilirsiniz. 

Kahve demleme yöntemlerinin zamanla değişim ve gelişim göstereceğini düşünüyorum. Yazımda bahsi geçmese de teknolojiden de faydalanarak geliştirilen bir çok yeni ürün mevcut. Zamanla da sayıları artacaktır. Bu yazımda kahve konusundaki bilgilerinize bir parça da olsa katkıda bulunmayı hedefledim. Daha önce de belirttiğim gibi, kahve de şarap gibidir. Ufak değişikliklerle farklı tat profilleri oluşturacak onlarca, hatta yüzlerce reçete elde  edilebilir. Damak zevkinize en uygun reçeteyi bulmaksa sizin elinizde. 

Kahveniz bol olsun. 

13 Aralık 2019 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
Röportaj

Sorduk, öğrendik, iletiyoruz… “Bilimin Işığında”

by Mehmet Alp Akın 12 Aralık 2019
written by Mehmet Alp Akın

Röportaj: Onur ÜSTÜNTAŞ

Onur ÜSTÜNTAŞ

Bafra’da doğdu, Harput’ta büyüdü. Karadenizden Mezopotamya’ya uzanan yolculuğuna Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi ile sıcak denizlerde devam etti.”Bir Tutam Trakya” diyerek Edirne’de ilk mesleki yıllarını geçirip yiğidin harman olduğu Ümraniye Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde acil tıp uzmanlık öğrenimine devam ediyor. ”Yürüyen herkes dans edebilir” hayat felsefesini benimserken, yemeğin  acılısına, müziğin blues olanına, acilin kırmızısına, dansın bachatasına aşıktır. Çok gezdik hadi yüzelim dercesine dalgıçlık sertifikası alıp, stres kelimesine suda çift salto atarak karşılık verecek kadar enerjiktir.

Türkiye Acil Tıp Derneği’nin son döneme damga vuran projelerinden olan ve Bilim İlaç A.Ş.’nin koşulsuz desteği ile ilerleyen “Bilimin Işığında” projesinde, gelinen aşama ve bu proje kapsamından yararlanan acil tıp hekimlerinin yaşamış olduğu tecrübelerin merak edildiğine dair pek çok mesajın “Bülten” ekibine iletilmesi nedeni ile; yayın içeriğine “konuya ait röportajı”  almamız kaçınılmazdı. 

Kısaca hatırlatmak gerekirse, bu proje ile; ülkemizde acil tıp uzmanlık eğitimi alan asistan ve genç acil tıp uzmanları Amerika Birleşik Devletleri’nde 1 ay süreyle gözlemci statüsünde eğitim almaları için gönderilmekte.  Proje, pek çok hekim arkadaşımıza çok cazip gelmiş olacak ki, Amerika’ya gitmeye hak kazanmış ve eğitimi başarıyla tamamlamış bulunan meslektaşlarımızın geçirdiği zaman dilimleri, projeye ilgi duyan pek çok hekim tarafından merak edilmekte… 

İşte bu merakı dindirmek adına “Bülten” ekibi olarak yaptığımız röportaj teklifimizi kabul ettikleri için, sayın Ceral Efe ARACI, sayın Deniz ALDEMİR ve sayın Sevilay ÜNVER’e çok teşekkür ederiz. 

Onur Üstünbaş – Serkan Emre Eroğlu 

Ceral Efe Aracı (CEA), Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesinden 2014 yılında mezun olup Manisa Devlet Hastanesinde yaptığı zorunlu hizmeti takiben Akdeniz Üniversitesi Acil Tıp bölümünü kazandı. Halen, Akdeniz Üniversitesi’nde bulunmakta olup uzmanlık öğreniminin son senesindedir. 

Deniz Aldemir  (DA), Hacettepe Üniversitesi Acil Tıp Anabilim Dalı’nda ihtisasını tamamlamış ve zorunlu hizmetini de Gümüşhane’de yapmıştır. 5 senedir Beykoz Devlet hastanesinde Acil Tıp uzmanı olarak görev yapmakta ve son 4 yıldır da Acil sorumlusu olarak hizmet vermektedir. 

Sevilay Ünver (SÜ),  Uzmanlık eğitimini Marmara Üniversitesi, Acil Tıp Anabilim Dalı’ndan aldı. Yaklaşık 9 yıldır Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesinde acil uzmanı olarak görev yapmakta ve son 5 yıldır da Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde Acil servis sorumlusu olarak çalışmaktadır.

Bülten;  Öncelikle bizleri kırmayıp, röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz…  

Acil tıp eğitimi alan asistan ve genç acil tıp uzmanlarını başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere acil tıp hizmetlerinin gelişmiş olduğu Avrupa ülkelerine 1 ay süreyle gözlemci statüsünde eğitim almaları için gönderdiği “Bilimin ışığında projesi” içinde yer aldığınızı görüyoruz. Bu projeden nasıl haberdar olmuştunuz ve başvuru öncesi beklenti ve hedefleriniz neler idi?

DA: 2017 yılı Kasım ayındaki 13. TATKON/ACEM2017 kongresinde stantları gezerken, bir arkadaşım sayesinde bu projeye denk geldim. Bana anlattı, kuraya katıldım, ve şansıma da çıktı. Açıkçası, Amerika’daki acil tıp bizim ülkemizden çok önce kurulduğundan,  oradaki sistemi merak ediyordum. Bu, ülkemizdeki ile karşılaştırma açısından güzel bir fırsat olacaktı. Kendi sistemimiz ile olan eksikleri ya da fazlalıkları hakkında bilgi almak önemli idi. 

CEA: Benzer şekilde ben de, aynı kongrede stantları gezerken bu proje ile tanıştım. Kuraya katılmış olsam da,  kazanabileceğime ihtimal vermiyordum ☺. Ülkemiz kendini acil tıp anlamında yurt dışında başarıyla temsil ediyor belki ama, bir hekimin vizyonu açısından; yurt dışını görmesi ve yurt dışında çalışması önemli bir durum bence. Ülke ayırt etmeksizin farklı sistemleri görmenin önemli olduğunu düşünüyorum, hatta daha önce de Meksika’da çalışmıştım. Amerika’nın, acil tıp açısından bir amiral gemisi olduğunu düşünürsek ve ülkemizdeki sistemin kurulmasında da öncülük ettiğini düşünürsek. Kendi branşımda Amerika’da bir ay eğitim görmek güzel bir fırsat olacaktı. Bunu değerlendirmek istedim ve başvurdum… ☺ Sonuçta, güzel ve büyük bir sürpriz oldu…

SÜ: Hem derneğimizin çeşitli kanalları vasıtasıyla, hem de bilim ilaç vasıtasıyla haberdar oldum. Amerika’da hasta hekim ilişkilerini incelemek ve oradaki meslektaşlarımızın çalışma sistemini ve yine oradaki Acil servis yönetim organizasyon şemasını görmek benim için önemli idi.  

Bülten;  Başvurunuzun kabul edildiğini öğrendiğinizde neler hissettiniz? Yaşadığınız heyecanı, bizimle paylaşır mısınız?

DA:  Kuraya katılmamı sağlayan ve Bilim ilaçta çalışmakta olan arkadaş, elinde bir burs formu ile geldi… Ben, burs başvurusunu yaptığımı dahi unutmuştum ☺…  Gelen arkadaş: “1. Yedeksiniz ve başvuruda asıl seçilen 2 arkadaş ailevi nedenlerden ötürü gidemeyeceği için siz hak ettiniz. Sizin katılmanızı istiyoruz’’ dedi… Çok güzel bir andı… Çok heyecanlandım ve mutlu oldum. 

CEA:  Ben galiba en şanslı tayfadanım ☺ …İlk kurada çıktı, ekrana yansıdı.. O an, oldukça heyecanlandım tabi şok olmuştum.

SÜ:  Çok heyecanlandım ve iptal olması veya herhangi bir sorun yaşar mıyım diye düşündüm. Vize işlemleri beni bekliyordu. Ama Amerika’ya gidecek olma heyecanı çok güzeldi. İlk defa Amerika’ya gidecek ve 1 ay orada kalacaktım. Hem oradaki sağlık sistemini görecem ve hem de oradaki yaşam nasıl bunu görecektim. Hatta ilerde, orada yaşamak ister miyim sorusunun cevabını alacaktım.

Bülten;  Yolculuk öncesi nasıl bir hazırlık sürecine girdiğinizi öğrenebilir miyiz?

CEA:  Öncelikle, maliyet açısından bir hazırlık süreci oldu. Bunun yanısıra, vize başvuruları açısından TATD ’nin büyük katkıları oldu. Öyle ki, vize başvurusunda arkanızda bir güç var mı dediklerinde doktor olduğumuzu ve Türkiye’nin en büyük derneği Türkiye Acil Tıp Derneği’ni söylediğimizde, kapılar ardına kadar açıldı ve tahmin ettiğimizden çok daha kolay bir şekilde oldu.

DA:  En heyecanlı kısım, Amerikan elçiliğindeki süreçti. Öncelikle, Murat (Çetin) beyin çok desteği oldu. Sevgili Efe’nin teşekkürlerine ben de katılıyorum. Bilim ilaç ve Türkiye Acil Tıp Derneğinin büyük katkıları oldu. Çantama koyduğum en heyecanlı şey boş çantaydı, doldurup getirecek olduğum çanta idi… ☺

SÜ: Amerika vizesi biraz sıkıntılı geçti açıkçası. Hem vize randevusu çok ileri bir tarihte idi, hem de gittiğinizde çok fazla madde cevaplıyorsunuz… Başvuruyu, kendim ve de ailem için yaptığımdan da süreç biraz daha uzamış olabilir tabi. Hastaneden izin alma sürecini, ücretsiz yıllık izin alarak hallederken, ailemin de yanımda olacak olması sebepli gideceğim hastane ile olan yazışmalarımı takiben oradan ev ayarladım. Ve elbette, gideceğim merkezdeki koordinatörün de Türk asıllı olduğunu öğrendiğimden ve geleneklerimizdeki gibi lokum da dahil çantama küçük hediyeler ☺ alarak hazırlığımı tamamladım…

Bülten;  Heyecanlı bir uçak yolculuğu olduğuna eminiz. Peki, ilk indiğinizde nasıl bir karşılanma oldu?

DA: Uçağa binmemize 1 saat kala kalacağımız yer net değildi. Kiralanan evin sahibi, konutu başka birine kiraladığı için başka bir yer ayarlandı. Yeni evi, indiğimizde öğrenmiş olduk. Biraz sıkıntı yaşadık doğrusu.  İnince, kontrollerden geçtik ama engel söz konusu değildi. Görev yerimiz New York’ daki Downstate Hospital ve King’s Country Hospital idi. King’s Country, devlet hastanesi modunda iken, Downstate ise üniversite hastanesi modundaydı. İkisinde de çalıştık…

CEA: Deniz hoca ile beraber gittik. Orada bulunan diğer arkadaşımız olan Dr. Büşra hanımın yardımı da oldu. İki klinik yan yanaydı ve ikisinde de çalışma fırsatı bulduk. İki farklı sistemi de görme şansımız oldu.

SÜ: Arkadaşların tersine, konaklayacağım yer belli olduğu için nispeten rahattım. İndikten sonra, 40 dakikalık bir taksi yolculuğu ile kalacağım eve ulaştım. Gideceklere tavsiyem, iniş saatini “akşam üzeri” olacak şekilde ayarlamaları.

Bülten;  Bize hastanedeki ilk gününüz hakkında paylaşımlarda bulunabilir misiniz?

CEA:  Kendimizi tanıttık ve oradaki eğitim sorumlusunu bulduk. Projeden haberdar oldukları için kolay adapte olduk. Çalışma saatleri ve günleri konuşuldu. Vizitlerine, ultrasonografi ve de diğer eğitim programlarına katıldık. 

SÜ:  Brooklyn’de Maimonides hastanesinde görev aldım. Çok heyecanlıydım. Eğitim ve araştırma hastanesi statüsündeydi. İletişimde olduğum koordinatör karşıladı. Acil servisin klinik şefi ile tanıştırdı. Başlangıçla ilgili kayıt işlemine yönlendirildim ve kartımı alarak başladım. Kendi eğitim programlarına dahil ettiler. Mesai saatlerinde zorlamıyorlardı, isterseniz nöbete de kalabiliyordunuz. Genel olarak gözlemci statüsünde tamamladım…

Bülten;  Artık, sistemlerimize, farklılıklarımıza giriş yapabiliriz sanırım. ☺ Bulunduğunuz acil servisin işleyişi hakkında bilgi verir misiniz? 

DA:  Elbette… Öncelikle şunu söyleyebilirim. Bizim hastanelerimizdeki gibi bir kalabalık söz konusu değildi. Ambulansın giriş yeri farklı ve kesinlikle ayaktan hasta/hasta yakını giremezdi. Hatta, yanlışlıkla oradan girmeye çalıştığımızda bize bile müsaade etmediler, farklı bir kapıya yönlendirdiler. Oradaki doktorların bizlere göre çok daha rahat çalıştığını söyleyebilirim, hayati tehlike endişeleri yok, hakarete uğrama endişeleri yok. Her türlü malzemeyi de, bol bol kullanabiliyorlar. Her köşede bir ultrason cihazı var, ve hatta bu cihazlar adeta steteskop yerine geçmiş durumda. Öyle ki, 3 aylık bir asistan hekimi oküler ultrasonu yapıyor iken görebiliyorsunuz. Triaj sistemlerinde bizdeki gibi, yeşil alanları var… Ancak farkı bu alanda 6 saate kadar bekletilebiliyor hastalar. Kimsenin de, sesi çıkmıyor. Bir keresinde  şahit olduğumuz bir olayda; bekleyen bir hasta, biraz sesini yükseltmekte idi ki, bir anda başına güvenlik ve polis geldi. Hasta, söylemine devam edemedi… 

Çalışma sistemine gelecek olursam, şu şekilde: her şeyin bir ekibi var. Örneğin, travma ekibi, stroke ekibi, koroner sendrom ekibi… mesela, bir inme hastası geliyor… hemen ardından hocası ile asistanıyla 4 tane Nörolog’tan oluşan bir ekip geliyor… Görüntüleme yapılıyor ve hastanın yatış süresi yarım saati geçmiyor… Yine bunun gibi başka bir örnek; acil uzmanı, ortopedi uzmanı, genel cerrah, hemşirelerden oluşan travma ekibi var… ortalama 10 kişiler. Vaka geldikten sonraki hemen 1 saati içinde yapılacak müdahaleler ve nereye yatacağı belli oluyor. Her alanda bilgisayarlar var ve tüm her şeyin kayıt altına alınmasına önem veriliyor. 

CEA: Maksimum 300 hasta bakıyorlar. Monitörlü kırmızı alan diyebileceğimiz “Critical Care” alanında 1 öğretim üyesi 2 uzman 2 asistan bulunmakta, yeşil ve sarı hastalarının kabul edildiği alanda ise 3 asistan ve 1 uzman hastalara bakıyordu. Benim çalıştığım Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi acil kliniğinin prototipi gibi bir çalışma şekilleri vardı açıkçası. Bu yüzden de kendimi şanslı hissetmedim değil. Günde ortalama 350 hasta bakıp benzer triaj ve çalışma sahalarına sahip olduğumuzdan ülkemizin şanslı kliniklerinden birinde çalışmakta olduğumu gördüm. ☺ Dikkat ettiğim bir şey de, Amerika’da konsültan hekimlerin hastanın kendi kliniklerine yatması için çabalarken, ülkemizde bu durumun biraz daha zor işlediğini ve daha uzun bir vakit aldığını hissetmekti. Tabii, onların yatak sorunu yaşamamaları ve daha az hastaya bakıyor olmaları büyük şans. Bir başka gözlemim de; orada, hastaların sigorta sorunu bulunmakta… Hastanın acil servislerde uzun süre kalmış olma nedenlerinin başında bu özel sağlık sigortalarına sahip olmaları gelmekte. Sağlık, orada gerçekten çok pahalı. Örnek verecek olursam, Göğüs hastalıkları hastası için “bir muayene, görüntüleme ve reçete yazımı” ortalama 350 dolar.

SÜ:   Arkadaşlarım, pek çok şeyden bahsetti aslında… Gerçek acil vakaların dışında çok kolay ulaşılabilir bir sistemleri yok diyebiliriz genel olarak… Ambulans ile hasta başvurusu çok fazla. Ayaktan hasta çok yoğun değil. Sistemdeki en çok önem verilen noktalardan olan şu kural çok önemli;  “Her hastanın her türlü bilgilendirilmesi yapılıp onam alınmış mı? ve bu kayda geçirilmiş mi?” ☺

Bu şekilde, hasta sayıları 1 saatte 10’u geçmez iken, doktor hastayı taburcu ettikçe adına hasta yazılıyor. Hastalar arena tarzı bir yerde sedyelerde beklemekte. Doktor adına hasta düştükçe gidip sedyeden hastasını buluyor ve sen benim hastamsın ben senin doktorunum şeklinde kendini tanıtıp hastayı alıyor ve bu süre içinde hasta “ben niye bu kadar bekliyorum” da demiyor/diyemiyor açıkçası.

Bülten;  Hekim – hasta, hekim yardımcı sağlık personeli, hekim – hekim arasındaki ilişki konusunda neler söyleyebilirsiniz?

DA:  Bizim çalıştığımız gibi, hastaya karşı kibar ve empati yaparak yaklaşıyorlar. Amerika’da yapılacak tüm işlemler için, hatta hastaya dokunurken bile bilgi veriliyor ve onay alınıyor. Acilde kalan hastalara yemek getirilmesine kadar düşünülüyor. Personel sıkıntısı yaşamadıkları için de gayet iyiler. Acil servise, gerçek aciller dışında kimse gelmiyor. Örneğin, 1 haftadır boğaz ağrım var, 1 haftadır yaram var şeklinde kimse gelmiyor

CEA:  Devlet, her iki tarafı korumakta, hasta kendisine yapılacak tüm işlemlerden haberdar iken, hekimler de onay aldıkları sürece devlet tarafından koruma altında. Ülkemizde hasta ile hekimin yüz yüze kaldığında hekim aleyhine yaşanan bazı tatsız olaylardan haberdarız. Ama orada, her iki tarafın da sırtını dayadığı bir güç var… İki taraf da yalnız değil. Hastanın sesini yükseltmesi bile söz konusu değil. Bunu hekim de hasta da biliyor ve ona göre güven çerçevesinde işler yürüyor. Hastalar olmadık taleplerde bulunmuyor veya hekimler de aynı şekilde olmadık taleplerde bulunmuyor. Karşılıklı anlayış içinde ve herkes sınırlarını bilerek hareket ediyor. Katı triaj sistemleri var. Hiçbir hasta, triajdan geri çevrilmiyor belki ama; örneğin 1 haftadır kuru öksürüğüm var, başka bir sorunum yok diye gelip vitalleri stabil olan hasta 4-6 saat bekleyeceğini biliyor. Kendisi, bu şekilde bilgilendiriliyor ve muayene sırasını sessiz bir şekilde bekliyor. “Hastalar acil hastası olduğu için acile başvuruyor, işini acil bir şekilde halletmek için değil”… Orada, poliklinik sistemleri de daha rahat işliyor ve randevu konusunda zorluk da yaşamıyorlar. 

SÜ:  Hiyerarşik sistem çok katı değil.  Herkes, saygı çerçevesinde ve herkesin görev tanımı ne ise onu yapıyor. Net bir şekilde,  görev tanımları belli. Örneğin, hemşire neye bakması ve neye bakmaması gerektiğini biliyor. Hastaların tanı alma ve tedavi süresi uzayabiliyor. Hekimler tamamen tanının kesinleşmesini istiyor. En ufak şüpheye yer vermeksizin tanıyı koyuyorlar. En ufak ihmal, yasal sürece girebiliyor. “İntramusküler enjeksiyon” diye bir kavram da bulunmamakta. ☺

Bülten;  Oradaki hekimlerin ülkemizdeki acil sağlık hizmetlerine bakış açılarını ve sizinle olan ilişkilerini değerlendirir misiniz?

DA:  Ülkemiz hastane/sağlık sistemi hakkında bilgileri bulunmamakta. 1500 hasta günlük acil girişinden bahsettiğimizde, gerçekten şaşırıyorlar.

CEA:  Aynen… Deniz hocamın dediği gibi… Ülkemizde neler yaptığımızı anlattığımızda şaşırıyorlar ve saygı duyuyorlardı. Hatta ‘’İşte gerçek acilciler geldi’’ diye diyaloglarımız oldu. “1500 hasta bakıyorsunuz, tedavi ediyorsunuz, hasta atlamıyorsunuz…  Nasıl yapabiliyorsunuz bunları?” diye sorular da sordular ☺

SÜ:  Arkadaşlarıma ilave olarak; çok cana yakınlar… ve Türkiye hakkında bir şeyler öğrenmeye meraklılar… Aralarında, çok farklı ülkelerden doktor bulunmakta ve prensipliler, öyle ki; bir şeyler sorduğunuzda anlatmak için can atıyorlar.

Bülten;  Günün yoğun ve yorucu kısımlarına tekrar değineceğiz. Hastane dışında bizleri neler bekliyor? Sosyal zamanlarınızı nasıl değerlendirdiniz?

CEA:  Çok gezdik ☺ “Wellness” etkinliklerine katıldık. Bir kafenin bölümünü kapattılar. Bir mikrofon verdiler herkes acil içinde yaşadığı komik veya üzgün olsun ilginç olayları paylaştı. Birkaç gece, beraber de eğlenmeye gittik.  Empire State’i gezdik, gideceklere de tavsiye ederim. Hatta şansımıza New York Yankees’nin maçına gittik, orada görev aldık. Çalıştığımız hastane ile bağlantıları vardı. Maçı en iyi yerden izleme fırsatımız oldu. Hatta, oradan aldığım “görevli kartım” bile var. Giderken çantama çok kıymetli bir şey almadım belki ama dönerken çantamdaki en kıymetli şey; 1 günlüğüne bile olsa New York Yankees resmi doktoru kartımdı… ☺

DA:  Bir ek yaparsam; Efe ile katıldığımız wellness etkinliğinde anlatılan ilginç olaylara, biz her gün şahit olmaktayız aslında… ☺ Orada konuştuğum bir asistan arkadaş, simülasyon eğitimlerini anlattı. Toraks tüpü takmaktan kateter açmaya bir çok işlemi bu şekilde öğrendiklerinden bahsetti. “Sizler Türkiye’de çok hasta görerek çok fazla tecrübeye sahip oluyorsunuz, biz az vaka görerek bunları öğrenmeye çalışıyoruz. Sizler daha deneyimlisiniz’’ demişti. Ve son olarak, bu soruya cevabım;  tabiî ki bayağı gezdik… ☺

SÜ:  Ben eşim ve çocuklarımı da getirdim. Genel olarak aile olarak yapılabilecek aktivitelerde bulundum. Çok iyi değerlendirdiğimizi düşünüyorum. Tarih müzesi,  Metropolitan müzesi, galeriler olsun, meydanlar-parklar, bahçeler olsun pek çok yeri gezdik. Okyanusta yüzme fırsatını bulduk. Doğa tarihi müzesi müthiş, Central park, Long island, 11 Eylül olaylarındaki kaybedilen itfaiye erlerine ait anıt müzesi… Hepsini gezmiş olduk. Bunlar arasından, yıkılan ikiz kulelerin yerine yapılan anıtın görülmesini, özellikle tavsiye ederim. Yine, New Jersey’e giderken Paterson’ da vadileri oradaki evleri görmelerini tavsiye ederim. Özgürlük heykeli,  Brooklyn köprüsü, BronkX hayvanat bahçesi de diğer tavsiye edeceklerim arasında tabi… 

Bülten;  Acil tıbbın işleyişi konusunda dünyada önde gelen ülkelerden birinde gözlemci olarak bulundunuz. Gözlemlediğiniz kadarıyla ülkemizdeki işleyişe entegre edebileceğimiz veya işleyişi geliştirebileceğimiz durumlar nelerdir?

DA: Öncelikle acilin tanımını insanlara anlatmak lazım. Acil Tıp uzmanlık eğitimi çok zor bir süreç. Gelen hasta farklı hastalıklarla gelebilir, bizim görevimiz bunu çözebilmek. Hastayı nasıl sakinleştirebilirsin,  kendini nasıl sakinleştirebilirsin bunu çözmek lazım. Bir hasta ile iletişim halindeyken, 10 tane hasta yakınına da bunu anlatmaya mecbur bırakılıyoruz. Maalesef, ülkemizdeki acil sağlık hizmetleri, belli noktalarda geri plana düşmekte.Acil olmayan hastalar ile yaşanılan diyaloglar, hastaların bizden acil tanı tedavi dışında reçete yazdırmak için gelmesi gibi durumlar var…Hastane işleyişinde olan birçok iş, acil servis üzerine yüklenmekte. Malzeme olarak personel olarak kesinlikle acil servisin desteklenmesi gerekmekte… Acil Servis, bir hastanenin dış yüzü, gelen hastanın ilk teması… Bir hastanenin acil servisi ne kadar bakımlı donanımlı ve gelen hasta ne kadar memnun ise, o hastanenin o kadar kaliteli bir hastane olduğunu görebiliyoruz. Acil servislerdeki  eğitim, güvenlik, personel, ekipman, çalışma şartları ile, personelin aldığı maaşları ile çok yönlü düzenlenmelere ihtiyacımız var diye düşünüyorum. 

CEA:  Bu konuda nerden başlamak lazımdan ziyade, ne ile başlamak lazım desek daha doğru olur belki. Öncelikle, devlet eli ile başlamak lazım. Bence en önemlisi; mantığı değiştirmeliyiz. “İşini acil görmeye çalışanların değil, gerçekten acil hastalarının yeri olmalı acil servisler”… 

SÜ:  Ülkemiz için, “kapalı acil sistem modeli” getirilmesi inancındayım. Halkın acil bir durum olmadığında, doktora çok da kolay ulaşamayacağı sistem olmalı. Giriş kapısı olmalı ve kontrollü bir şekilde insanlar içeri alınıp alanlara dağıtılmalı. İnsanlarımız, Yeşil-Sarı alana, girişimsel alanlara, Radyoloji’ye… nerede ise tüm alanlara kolay ulaşım sağlıyor. Örneğin orada acil radyoloji, sadece acil servis için hizmet veriyor, poliklinikten bir hasta orada tetkik yaptıramıyor.  Hem hasta yoğunluğunu hem şiddeti azaltmak adına kapalı sistemin olması tarafındayım. Bunun dışında tam kapasite acil modeline geçilebilir. Yani, talep belli bir seviyeyi aştığında, başka hastanelere yönlendirme olmalı. Bunun dışında, entegrasyon orada çok iyi yapılmış durumda… Bir hastanın özgeçmişi ile ilgili tüm bilgilere ulaşılabilme söz konusu. En son başvurusu özel bir klinik bile olsa; verilen reçeteye kadar ulaşılabiliyor. 

Bülten;  Bilimin ışığında projesi ile eğitiminizi tamamlayıp ülkemize döndüğünüzde, çalışma hayatınızda ilk yaptığınız değişiklik ne oldu?

DA:  Biz her türlü sorunu kendi içimizde çözmeye çalıştığımız için görülmüyor ve yaşadıklarımız hissedilmiyor sanki. Acil işleyişi konusunda acil servis uzmanlarının sorunları aktarmada aktif te kalması önemli… Tabii bir de, kararlar alınırken sorulması da lazım, beraber alınması lazım. 

CEA:  Daha önce de bahsettim ülkemizdeki şanslı kliniklerden birinde çalışıyorum. Yaptığım ilk iş kendi klinik şefime, anabilim dalı başkanına eğitim sorumluma teşekkür etmek oldu. Diğer kliniklerde yaşanan sorunların çoğunu hocalarım bizlere yansıtmadan halletmekte. Özellikle ultrasonografi konusunda bizleri eğiten hocalarıma ayrıca teşekkür ettim… Daha fazla yaygınlaşması gerekliliğini arkadaşlarım ve hocalarımla da paylaştım.

SÜ:  Ben orada bulunurken bile, başhekim ve diğer klinik sorumlularımızın olduğu ortak iletişim grubundan paylaşımlarda bulunuyordum açıkçası. Örneğin travma ekibinin kimlerden oluştuğu konusunu dile getirmiştim, bizim de bu şekilde bir travma ekibi kurabileceğimizi dile getirmiş idim. Döndüğümde, bununla ilgili travma seviyelendirmeleri ve hangi seviyede hangi ekibin bulunup müdahale edeceği konusunda da bir sunum yaptım ve ilgi ile karşılandı. Hastanemiz, yeni binaya geçtiğinde; bu modelin uygulanabilmesi için hazırlıklar da söz konusu hatta. Bunun dışında, kendi acilimde yaptıklarıma gelecek olursak, Amerika’da gözlemlediğim eğitim modellerinden bir kaçını, kendi kliniğime entegre ettim. Vaka bazlı interaktif eğitim modelini eğitim gününde derslere entegre ettim. Tabii, orada gördüğümüz tıbbı eğitim cihazlarını talep ettim ama henüz alamadık.  

Bülten;  Ülkemizde eğitim almakta olan acil tıp asistanı meslektaşlarımıza ve klinik şeflerimize önerileriniz nelerdir?

DA:  Benim Amerika’da gördüğüm şey şu ki, herkes çalışıyor. Eğitim aldığım dönemden farklı bir dönemdeyiz. Eğiticilerimizin nerede ise hepsi Acil Tıp branşından… Geçmişte yaşadığım tecrübelerde bizler bölüm başkanımızı toplantılar dışında görmezdik… Eğitici kadro ve uzmanlarımızın çalışma sistemleri bir nebze farklı idi. Yaşadığımız çağda, uzmanların her zaman, eğitici kadroların ise alana sahip çıkmasının gerek olduğuna inanıyorum. Herkesin daha da fazla oranda alanda olması,  hem asistanların motivasyonu için hem de eğitimler için gerekli. Kıdemli asistan arkadaşından öğrenir elbet ama uzmanın vereceği şey ayrıdır, kıdemlinin vereceği şey ayrıdır. Uzmanın sadece hasta bakışı değil hastaya yaklaşımı, meydana gelen kaosu yönetimi bile, bir eğitimdir. 

CEA:  Benim önerim atak olunmalı. Sadece uzmana asistanlara değil hocalara da önerim atak olunması gerekliliği. Hocalar nasıl atak olacak?… Devlet eli ile düzeltilmesi gerekenler safhasında, atak olacaklar… Yurt dışından yenilikleri getirme ve öğrencilerine aktarma konusunda atak olacaklar… Asistanlar, eğitim alma konusunda atak olacaklar, talepkar olacaklar…Yine bizler hocalarımızdan talepkar olacağız… Kısaca, herkes atak olmak zorunda. Yurt dışında  inanılmaz talepkar ve özverililer. Bu ülkemizde de olmak zorunda.

SÜ: Mesleği severek yapmak gerekiyor. Çok okumak ve daha sonra da, bunları hastalara uygulamak lazım. Bazılarımız çok okuyor, kongreler dahil her platforma katılıp eğitim alıyor. Ama bir bakıyoruz, yoğunluktan ya da stresten vb. durumlar nedenli, hastalara olan uygulamalarında sınırlı kalıyorlar. Asistanlarımızın daha istekli olması ve hocalarımızın da daha fazla alanda olması gerektiğini düşünüyorum. Çok güzel branşımız var ve yeni nesil, onu çok daha güzel bir noktaya getirecek…Buna inanıyorum. Özellikle yurt dışında staj programlarının takip edilip, peşinde koşulması ve yabancı dilin geliştirilmesini düşünüyorum. Arapça, İngilizce ve hatta işaret dili bile olabilir. Farklı bir dil bilinmesi gerektiğini düşünüyorum. 

Bülten;  Bize zaman ayırarak, bu projede yer almak isteyenlerin merakını bir nebze giderebilmemize ya da doğrudan proje hakkında bilgi almak isteyenlerin bu talebini karşılamamızda yardım ettiğiniz  için sizlere teşekkür ederiz… 

SÜ, DA ve CEA:  Biz teşekkür ederiz… Bülten ekibine, size, Türkiye Acil Tıp Derneğine ve de Bilim İlaç A.Ş. ekibine bizlere verdikleri destek nedeni ile çok teşekkür ediyoruz.

12 Aralık 2019 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
E-Dergi

Üçüncü sayımız çıktı… Bülten, keyif vermeye devam edecek…

by Mehmet Alp Akın 13 Ekim 2019
written by Mehmet Alp Akın
https://issuu.com/acilbulten/docs/acil_tip_eylul_baski_final/a/229101
İyi okumalar….
Bülten Ekibi
13 Ekim 2019 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
TATDsosyal

Kaldi’den günümüze kahvenin yolculuğu

by Mehmet Alp Akın 27 Mayıs 2019
written by Mehmet Alp Akın

Yazar: Süleyman İBZE

Gecenin geç saatleri, nöbet bitsin diye bitkin gözlerle kapıdan gelen hastalara bakmaya devam ediyoruz ama bir yandan da tükenen enerjimizi yerine getirecek bir arayış içindeyiz. Dinlenmek ne mümkün, ancak 5-10 dakikalık mola belki. Hadi kahve içelim diye bir teklif gelir birinden.

-Evet yaa, hadi içelim.

Nöbetteki arkadaşlardan bir veya birkaçı müsaitse beraber kapı önüne çıkılır. Çok elit bir kantininiz yoksa ulaşabileceğiniz en iyi kahve bir kahve makinesinin hazırladığı granül (instant) kahveden olan kahvedir. Ya da tek tek paketlenmiş granül kahveler veya Türk kahvesi paketlerini de tercih edebilirsiniz, eğer kantininizde varsa.

Kahve içmeye çıkalım teklifinin altında yatan aslında kahvenin enerjimizi, uyanıklığımızı arttırma özelliği. İçerdiği kafeinin sempatomimetik etkisine ihtiyaç duyuyoruz. Bizi ayakta tutmasını, sabah nöbet devrine kadar enerjik olalım istiyoruz. Çok ilginçtir; kahvenin keşfi ve yayılması da aslında bu sempatomimetik etkisinden doğmuştur. Gelin size kahvenin keşfinden günümüze nasıl bir yol izlediğinden biraz bahsedeyim.

Kahvenin keşfi tabi ki kesin bir kaynağa dayandırılamamaktadır, ancak kabul gören en bilindik hikayesi keçi çobanı Kaldi’nin hikayesidir. Rivayete göre, 575-850 yılları arasında Doğu Afrika ülkesi Habeşistanda (şimdiki adı ile Etiyopya) keçi çobanı Kaldi otlattığı keçilerden bazılarının daha hareketli olduğunu, geceleri uyumadığını fark ediyor. Bu şekilde hareketli olan keçilerin çalılıklarda kırmızı renkli meyve veren bir ağacın meyvelerini yediğini fark ediyor. Meyveler ilgisini çekince, bir miktar toplayıp bölgesinde bulunan Sufi dervişe götürüp durumu anlatıyor. Meyveyi inceleyen derviş keçilerin bu davranışlarının şeytanın işi olduğunu söyleyip meyveye ilgi göstermemiş ve meyveleri ateşe atmış. Belli bir süre sonra bulundukları odayı güzel kavrulmuş kahve kokusu sarınca yaptıkları hatayı fark etmişler.  Kahve çekirdeğinin ateşle buluşması ve ilk keşfinin bu şekilde olduğu kabul edilmiş.

C:\Users\Genel\AppData\Local\Microsoft\Windows\INetCache\Content.Word\IMG_1351.jpg

Sonrasında derviş ve Kaldi kavrulmuş çekirdeği ezip sıcak suyla birleştirerek güzel bir içecek ortaya çıkartıyorlar. Günümüz kahvesini ilk yudumlayanların çoban Kaldi ve derviş olduğu kabul ediliyor. O günden sonra dervişler dergahta uyanık kalmak, sabaha kadar dua etmek için kahve içer olmuşlar.

Tabi ki kahvenin keşfi ile ilgili daha farklı rivayetler de anlatılsa da genel itibariyle kabul gören hikaye çoban Kaldi ve enerjik keçilerinin hikayesidir.

Sonrasında kahve dervişler tarafından Yemen’e götürülmüş. Ardından da Mekke, Kahire, Halep, Şam ve İstanbul’a olan yolculuğunu tamamlamıştır. Osmanlı döneminde İstanbul’ dan Avrupa ülkelerine yayılmış, Arap yarımadası 15. yüzyılda kahve yetiştiriciliğinde tekel olma çabasındayken 16 yy. da İran, Mısır, Suriye ve Türkiye’de kahve yetiştiriciliği başlamıştır.

Hollandalılar ise 17. Yüzyılda fidan elde etmeyi başarmışlar ve şimdiki Endonezya’da ve Sumatra adasında kahve yetiştirmeye başlamışlardır. Ticari anlamda çok ciddi değere sahip olduğu fark edilince üretim konusunda herkes yarışa girişmiştir.

Hollanda’da Amsterdam Belediye Başkanı’nın Fransa kralı XIV. Louis’e hediye ettiği kahve fidanından kaçak yollarla alınan tohumlardan 50 yıl içinde Karayip adaları, Güney ve orta Amerikadaki 18 milyona yakın kahve ağacı yetişmiştir. Kahve o dönemde o kadar hızlı bir şekilde ticaret ürünü haline gelmiş ki tüm ülkeler bu yarışa dahil olmak için elinden geleni yapmıştır. Brezilya imparatoru tarafından Fransa’dan tohum istenmiş ancak verilmeyince gizli saklı yollarla tohumlar elde edilmiş ve Brezilyaya taşınmıştır.

C:\Users\Genel\AppData\Local\Microsoft\Windows\INetCache\Content.Word\02073437-kahve-avrupada.jpg

Böylece yengeç ve oğlak dönencesi arasında kalan bu tropikal coğrafyada, milyarlarca dolar ticaret hacmine sahip bir meyve tüm dünyada tüketilmek üzere hızla bir üretim sürecine girmiştir. OEC 2015 verilerine göre yıllık 30 milyar dolar değerinde ticaret hacmi yaratmaktadır.

Peki kahve adı nereden geliyor? Bununla ilgili rivayetler de değişkenlik göstermekle beraber, kahve esasen arapça kökenli “kahwa” kelimesinden geliyor. Kahwa kelimesinin ise Habeşistan (Etiyopya) bölgesinde kahve yetişen bir bölge olan Kaffa’dan geldiği düşünülmektedir. Kahve aynı zamanda “rayiha” yani koku anlamına da gelmektedir.  

Keşfinden 19. Yy’a kadar zümreler ve kraliyet aileleri tarafından kullanılan, zenginlik belirtisi olan kahve 1800’lerden itibaren her eve girmeye başlamıştır. Kahvenin fiyatının düştüğü, halk tarafından da ulaşılabilir olup evlerde saklanabildiği bu dönem kahvede 1. dalga/akım olarak tanımlanmaktadır. Bu dönemde çözülebilir kahve, havasız paketleme ve kafeinsiz kahve gibi özellikler öne çıkarılmıştır. Kahvenin nereden geldiği, hangi çekirdek olduğunun bir önemi olmayan bir dönemdir. Aynı tadı sağlamak adına kahve çekirdekleri yanma derecesine kadar kavrulmaktadırlar.

İkinci dalga kahve akımı bu sürece bir tepki olarak ortaya çıkmış ve kahvenin kaynağına önem vermeye başlamıştır. 1970-2002 yıllarını içerir. Bu dönemde özel çekirdekler ortaya çıkmıştır. Ancak ticari hacmin yoğun olmasından dolayı ikinci akım beklendiği ölçüde özel kalamamış ve tek kahve evi olan işletmeler yoğun talebe büyüyüp şirket haline gelerek ve franchising yolu ile büyüyerek cevap vermişlerdir. Bunun en büyük örneği Starbucks ®’ tır.

Üçüncü dalga ise 2002 den itibaren kabul gören ve tamamen bu sürece karşı çıkan, kahveyi çekirdek, bölge, işleme gibi çeşitli özelliklerine göre sınıflandıran ve bu özellikler doğrultusunda kavrulmasını ve yine bu özellikler çerçevesinde demlenmesini savunur. Aslında kahveye kimlik kazandıran bir dönemdir. Tüketiciye nitelikli kahve ulaştırmayı hedefler. Bir bakıma ikinci dalganın gerçek hedefine ulaşmış hali diyebiliriz. Burada kahve kavurucuları üretici ile birebir iletişim halinde olup, üreticiden doğrudan alım yapmayı tercih ederler. Amaç kaynağı belli ham maddeye ulaşmak ve bunu en iyi şekilde işlemektir. Bu da üreticiye daha çok önem verilmesini sağlamıştır. Üçüncü dalganın bir sonucu olarak barista mesleği daha da önem kazanmış ve profesyonelleşmiş ve sayıca artış göstermiştir.

Aslında tüm bu süreçte temel sonlanım noktası “nitelikli kahve” dir. Kahveyi daha özelleştirmek, kişinin kendi damak tadına uygun kahveyi veya kahveleri keşfetmesine fırsat vermektir. Kahveyi tekdüzelikten kurtarır ve sadece klasik kahve tadından öte ortaya çıkan tadım notalarını yakalamanıza fırsat verir.

Unutulmamalıdır ki kahve de şarap gibi farklı kaynak ve işlemelere göre çok farklı tadım özelliklerine sahip olan bir gıdadır.

Şimdilik 3. dalga tanımlanan son dönem olsa da gelişen teknoloji ve kahvenin kimyasının daha da irdelenmesi zamanla 4. dalganın gelişmesini sağlayabilir, kim bilir. Zamanla göreceğiz.  

Yazar: Süleyman İBZE, Acil tıp asistanı, Akdeniz Üniversitesi Acil Tıp ABD, Acilin kırmızı alanını, evin mutfağını seven birisi. Mekanik ventilasyon ve ultrasonografi özel ilgi alanı olmakla beraber, aksiyonu ve zor hastayı sever. Günün yorgunluğunu mutfakta yeni tatlar deneyerek, NBA veya motorsporları izleyerek geçirir. Yaşamak için yemez, yemek için gezer, araştırır ve yaşar.

27 Mayıs 2019 1 comment
0 FacebookTwitterPinterestEmail
TATDsosyal

D vitamini sıradan bir besin maddesi değildir!

by Mehmet Alp Akın 24 Mayıs 2019
written by Mehmet Alp Akın

Yazar: Serkan Şener

D vitamini diğer vitaminlerin aksine, vücutta alışılmadık derecede etkileri olan bir hormon gibi davranır. Birçok çalışmada immün ve kardiyovasküler sistem ile kemik sağlığı ve çok daha fazlası için çok önemli olduğunu bildirilmektedir. Hatta diyabetin önlenmesinde rol oynadığını bile bazı klinik araştırmalar desteklemektedir.

Ancak haliyle şüpheler de devam etmektedir. D vitamininin kan şekeri kontrolüne nasıl destek olduğuna tam açıklık gelmemiştir. Bu gizem ve klinik kanıtların yetersizliği göz önüne alındığında, iki yeni çalışmanın sonuçları oldukça önemli görünüyor.

Konuya biraz daha farklı olsun diye diyabet üzerinden giriş yaptım. Ama yukarıda da bahsettiğim gibi aslında Vitamin D birçok sistemi etkileyen bir hormon gibi etki ediyor. Örneğin aşağıdaki 25 OH Vitamin D3 düzeylerine karşılık gelen hastalıkların varlığı direkt ya da indirekt yetersizliğini sorgulamamızı gerektiriyor.

< 10 ng/ml  Ciddi Yetersizlik – Raşitizm riski

< 20 ng/ml  Ciddi Yetersizlik – Kolon kanser riskinde % 75 artış

< 30 mg/ml Yetersizlik – Osteoporoz (kemiklerden kalsiyum kaybında artış), zayıf yara iyileşimi, artmış kas ağrısı, artmış eklem ve sırt ağrısı, artmış depresyon diyabet, şizofreni, migren, otoimmün hastalık (lupus skleroderma), allerji, pre-eklampsi riski

30 – 50 ng/ml Suboptimal Seviye

< 34 ng/ml – Kalp krizi riskinde 2 kat artış

< 36 ng/ml – Hipertansiyon insidansında artış

< 40 ng/ml – Multiple Skleroz riskinde 3 kat artış

50 – 80 ng/ml – Optimal Seviyeler

> 50 ng/ml – Meme kanserinde % 50 azalma, solid tümör gelişiminde azalma

80 – 100 ng/ml – Kanser hastalarında kanser ilerlemesinde yavaşlama

> 100 ng/ml – Artmış toksisite riski (hiperkalsemi, hiperkalsiüri, ürolithiazis)

Neden D vitamini yeterli değil

Eski yani çooook eski -onbinlerce yıl önceki- avcı toplayıcı olduğumuz zamanlarda, tohumlarla ve güneş altında doğadan beslenen hayvanları avlayarak beslenen insanoğlu; D vitaminin bir çoğunu bunlardan karşılamış oluyordu. Kaldı ki, bir de çıplak tüm gününü güneş altında geçirip, güneşten kendisini koruyacak gereksiz koruyucu kremler kullanmadığı için cildinde yeterince D vitamini de sentezleyebiliyordu. Bulunduğunuz lokasyonda (enlem) özellikle Mayıs ile Ekim ayları arasında güneşin en dik olduğu saatte 15 dk ile başlayarak 30 dk’ ya kadar uzayabilen sürelerle koruyucu kullanmadan mümkün olan en az kıyafetle güneş altında kalındığında ciltte yaklaşık 10-15 bin ünite D vitamini sentezlenebilir. Tabii ki teniniz ne kadar koyu ise o kadar daha fazla güneş ışığına ihtiyacınız olduğunu unutulmamalı.

Peki ya şimdi? Şimdi ne kadar güneşi gördüğümüzü siz düşünün. Diğer taraftan yediğimiz işlenmiş ve rafine edilerek raf ömrü uzatılmış gıdalarla, yine güneş görmeyen, binbir çeşit antibiyotik, hormon ve kimyasal ile sürekli pinekleyerek büyüyen hayvanlar et, süt ve yumurtalarını yemek zorundayız. En fazla D vitamini bulunduğunu bildiğimiz balıklardan biri olan somon için ise üreticiler müşterilerinin isteğine uygun renk tonunda eti üretebilmek için yapay üretim teknikleri geliştirmiş bulunmaktalar. Bu besinlerle ne kadar D vitamini kazandığımız ise meçhul!

Gel gör ki bizim genetik kodlarımız hala binlerce yıl öncesi şartlara ayarlı ve değişmedi. Hal böyle olunca metabolizmanın gerekli makro ve mikro besinlerini yerine koy(a)mamız sonucu kronik inflamatuvar ve dejeneratif hastalıkların insidansında ciddi artışlar fark ediliyor.

Ne kadar D vitamini replase etmeli?

Plazma 25 OH Vitamin D3 seviyesine göre tedavi şeması belirlenmelidir. Tedavi başladıktan sonra 1 ile 2 ay aralarla 25 OH Vitamin D3 seviyeleri takip edilmelidir. Özellikle yaz ve kış aylarında da yarı ayrı yakın takip edilerek doz bireyselleştirilmelidir.

<10 ng/mL – 10,000 ünite/gün

10–20 ng/mL – 10,000 ünite/gün

20–30 ng/mL – 8,000 ünite/gün

30–40 ng/mL – 5,000 ünite/gün

40–50 ng/mL – 2,000 ünite/gün

2009’da yayınlanan bir makalede Vitamin D seviyelerinin 40-60 mg/ml seviyelerine çıkarılması sonucu 58.000/yıl yeni meme kanseri ve 49.000/yıl yeni kolorektal kanser ve bu hastalıklardan ölümlerin 3/4’ünün engellenebileceği bildirilmiştir.

2016’da Nutrition dergisinde yayınlanan 90.757 katılımcı ve 7 çalışmanın dahil edildiği bir meta analizde de Vitamin D seviyesinin 29,6 ng/ml’ nin üzerine çıkarılması durumunda mesane kanseri riskinin % 60 azalacağı gösterilmiş.

Bu durumda Vitamin D içeren besinleri de bir kenara not etmekte fayda var. Tabii ki serbest dolaşan, otlayan (beslenen) mutlu hayvanlar için geçerli bunlar. Bunlarla sınırlı olmamakla beraber yağlı balıklar (somon, orkinos, uskumru, sardalya, vb), dana ciğeri, peynir, yumurta sarısı sayılabilir.

Ama diğer yandan özellikle Sarkoidoz, Tüberküloz, Lyme Hastalığı, Lenfoma veya bazı renal hastalıklarda artmış serum kalsiyum seviyeleri nedeniyle dikkatle verilmeli ve seviyeleri yakından izlenmelidir.

REFERANSLAR

  1. Dutta D. et al. Vitamin D supplementation in prediabetes reduced progression to type 2 diabetes and was associated with decreased insulin resistance and systemic inflammation: an open label randomized prospective study from Eastern India Diabetes Res Clin Pract. 2014 Mar;103(3):e18-23. doi: 10.1016/j.diabres.2013.12.044)
  2. Kimball SM, Emery JCH, Lewanczuk RZ Effect of a vitamin and mineral supplementation on glycemic status: Results from a community-based program. J Clin Transl Endocrinol. 2017 Nov 7;10:28-35. doi: 10.1016/j.jcte.2017.11.002.
  3. Harrison K, Sisley S. Vitamin D and the paraventricular nucleus: Relevance for type 2 diabetes.  J Steroid Biochem Mol Biol. 2018 Mar;177:125-128. doi: 10.1016/j.jsbmb.2017.10.005.
  4. Garland CF, Gorham ED, Mohr SB, et al. Vitamin D for cancer prevention: global perspective. Ann Epidemiol. 2009 Jul;19(7):468-83. doi: 10.1016/j.annepidem.2009.03.021.
  5. P. Lips, D. Hosking, K. Lippuner, J. M. Norquist, L. Wehren, G. Maalouf, S. Ragi-Eis, J. Chandler. The prevalence of vitamin D inadequacy amongst women with osteoporosis: an international epidemiological investigation. Volume 260, Issue 3, pages 245–254, September 2006
  6. Siegfried Segaer. Vitamin D regulation of cathelicidin in the skin: Toward a renaissance of vitamin D in Dermatology? Journal of Investigative Dermatology (2008) 128, 773–775. doi:10.1038/jid.2008.35
  7. Plotnikoff GA, Quigley JM. Prevalence of severe hypovitaminosis D in patients with persistent, nonspecific musculoskeletal pain. Mayo Clin Proc. 2003;78(12):1463-1470.
  8. Al Faraj, Saud MD; Al Mutairi, Khalaf MD. Vitamin D deficiency and chronic low back pain in Saudi Arabia. Spine:15 January 2003 – Volume 28 – Issue 2 – pp 177-179.
  9. Armstrong, D.; Meenagh, G.; Bickle, I.; Lee, A.; Curran, E.; Finch, M Vitamin D deficiency is associated with anxiety and depression in fibromyalgia. Clinical Rheumatology. Volume 26, Number 4, 551-554, DOI: 10.1007/s10067-006-0348-5
  10. Mathieu C, Gysemans C, Giulietti A, Bouillon R. Vitamin D and diabetes. Diabetologia. 2006 Jan;49(1):217-8.
  11. Mackay-Sim A, Féron F, Eyles D, Burne T, McGrath J. Schizophrenia, vitamin D, and brain development. Int Rev Neurobiol. 2004;59:351-80.
  12. Vitamin D Deficiency Common in Patients with Chronic Migraine. http://www.medscape.com/viewarticle/577151
  13. Ginanjar E, Sumariyono, Setiati S, Setiyohadi B. Vitamin D and autoimmune disease. Acta Med Indones. 2007 Jul-Sep;39(3):133-41.
  14. Lisa M. Bodnar, Janet M. Catov, Hyagriv N. Simhan, et al. Maternal vitamin D deficiency increases the risk of preeclampsia. The Journal of Clinical Endocrinology & Metabolism Vol. 92, No. 9 3517-3522 Int J Epidemiol. 1990 Sep;19(3):559-63.
  15. Li YC, Kong J, Wei M, Chen ZF, Liu SQ, Cao LP. 1,25-Dihydroxyvitamin D(3) is a negative endocrine regulator of the renin-angiotensin system. J Clin Invest. 2002;110(2):229-238.
  16. Ramagopalan SV, Maugeri NJ, Handunnetthi L, Lincoln MR, Orton S-M, et al. (2009) Expression of the multiple sclerosis-associated MHC Class II Allele HLA-DRB1*1501 Is regulated by vitamin D. PLoS Genet 5(2): e1000369. doi:10.1371/journal.pgen.1000369
  17. Anderson L, Cotterchio M, Vieth R, Knight J. Vitamin D and calcium intakes and breast cancer risk in pre- and postmenopausal women. Am J Clin Nutr 2010; 91(6): 1699-1701.
  18. Garland CF, Gorham ED, Mohr SB, et al. Vitamin D and prevention of breast cancer: Pooled analysis. J Steroid Biochem Mol Biol 2007;103:708–11.

Serkan ŞENER, 1993-1999 yıllarında Akdeniz ÜTF’ de lisans eğitimini tamamlayıp, arkasından Dokuz Eylül ÜTF’ de Acil Tıp ihtisası yaptı. 2006 yılından bu yana Acıbadem Sağlık Grubu’da Acil Tıp uzmanı olarak ve 2010 yılından bu yana da Acıbadem Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Acil tıp uzmanlarının acil servisler dışında da (havada, spor sahalarında, vb) görev yapabileceğini tecrübe etmiştir.

24 Mayıs 2019 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
PortreRöportaj

Mücadele Etmediğiniz Hiçbir Şeyi Elde Edemezsiniz…

by Mehmet Alp Akın 22 Mayıs 2019
written by Mehmet Alp Akın

Bugünkü röportajımız da başarılı bir TATD YK Başkanlığından sonra 12 Asya Acil Tıp Derneğinin oluşturduğu Asya Acil Tıp Birliği’nin “ilk Türk Başkanı” olan sayın Prof. Dr. Yıldıray Çete’ yi  konuk edeceğiz.

Röportaj Ebru Ünal Akoğlu – Serkan Emre Eroğlu

Öncelikle bizi kırmayıp röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Sorularımıza başlamadan önce kendinizden kısaca bahsedebilir misiniz?

Ege Üniversitesi Tıp Fakültesini 1993 yılında bitirdim. Ardından 1 yıllık bir mecburi hizmetin ardından Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi İlk ve Acil Yardım Anabilim Dalında (uzmanlık alanımızın ilk adı böyleydi, daha sonra Acil Tıp adını aldı) uzmanlık eğitimime başladım. 1999 yılında Acil Tıp Uzmanı oldum. Türkiye Acil Tıp Derneğinin kuruluş günlerinden beri farklı görevler alarak uzmanlık alanımızın eğitim, özlük hakları ve çalışma ortamının iyileştirilmesi ile ilgili çalışmalarda bulundum. 2013 ile 2017 yılları arasında Türkiye Acil Tıp Derneği Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini de yürüttüm. Halen Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesinde Profesör Doktor ve Acil Tıp Anabilim Dalı Başkanı olarak çalışmaktayım.

Doktorluk mesleğini seçmeye nasıl karar verdiniz?

Hekimliğin, çocukluk yıllarımdan itibaren planladığım ve yöneldiğim bir alan olduğunu söyleyemeyeceğim. Yakın aile çevresinde de rol model olarak alacağım bir hekim yakınım yoktu. Toplumda saygın bir meslek olması ve iletişim konusunda becerilerimin olması bu mesleğe yönelmeme yol açtı.

Yıldıray Çete & Namık Çevik

Geçmişte doktorluk saygı duyulan ve değer verilen bir meslek iken, günümüzde artık tercih sıralarında alt basamaklara düşmüş durumda, bunun en önemli nedeni sizce nedir?

Soru köküne katılmadığımı belirteyim öncelikle. Ülkemizde halen en yüksek puan ile girilen fakültelerin başında Tıp Fakülteleri geliyor. Birçok Tıp Fakültesi %1’lik dilim ile öğrencilerini seçiyor. Ek olarak toplumda yapılan ve mesleklerin saygınlığının araştırıldığı anket çalışmalarında hekimlik halen ilk sırayı koruyor. Örneğin; 2018 yılında TÜBİTAK 1001 Programı kapsamında desteklenen “Türkiye Sosyo-Ekonomik Statü Endeksi Geliştirme Projesi” kapsamında yapılan ülke geneli çalışmasında “Tıp Doktoru” en saygın meslek olarak ilk sırayı aldı. Hasta sayısının artması, sağlık çalışanlarına yönelen ve artan şiddet olaylarının sayısındaki artış, ücretlerde eskiye oranla göreceli de olsa bir azalmanın olması ve kötü tıbbi uygulamalar ile ilgili artan dava sayıları hekim olarak çalışanları rahatsız ettiği gibi gelecekte bu mesleği seçecekleri de tedirgin ediyor. Bu faktörleri mesleğimizin geleceği açısından birer tehdit faktörü olarak görmemiz gerekiyor. Bu tehdit unsurlarını ortadan kaldırmamız ya da en aza indirmemiz, hekimlik mesleğinin itibarını korumamız ve devam ettirmemiz toplum sağlığı açısından son derece önemlidir.

Eminim çok sık karşılaştığınız bir soru var sırada☺ Neden acil tıbbı tercih ettiniz? Eğer bugün sınava tekrar girseniz yine acil tıbbı mı tercih ederdiniz?

Tıp Fakültesinde okurken farklı klinik stajları yaptığımda her bir uzmanlık alanının kendisine göre avantaj ve dezavantajlarını görmüş ama kendime çok yakın hissettiğim bir alan bulamamıştım. Çocuklara karşı inanılmaz bir zaafım var ve onlarla birlikte olmayı çok seviyorum. Buna ek olarak Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalının öğretim üyelerinin yaklaşımı da beni etkilemişti. Bu nedenle fakülteyi bitirir bitirmez girdiğim ilk TUS sınavında çok az tercih yapmış ve Ege Üniversitesi Çocuk Cerrahisini ilk sıraya yazmıştım. Çok az bir puan farkı ile (hatırladığım kadarı ile 1 puan bile değil) bu tercihimi kazanamayarak mecburi hizmete gitmiştim. Mecburi hizmette iken ilk defa Acil Tıp Uzmanlığı’nı duydum. Çünkü benim Tıp Fakültesini bitirdiğim yıl ile ülkemizde Acil Tıp Uzmanlığı’nın resmi gazetede yayınlanarak bir ana dal olarak kabul edilmesi aynı yıla denk geliyor. Dokuz Eylül Üniversitesi’ne gittim. Doktor John Fowler ile tanıştım. Bu uzmanlık alanının ne olduğunu, nasıl çalıştığını ve beni nelerin beklediğini sorduğum uzunca bir konuşmamız oldu. Sağ olsun Dr. Fowler’ da zaman ayırarak tüm sorularımı tarafsız bir şekilde yanıtladı. O odadan çıktığımda bir sonraki TUS sınavında ilk tercihim artık belli olmuştu. Sonraki ilk sınavda da kazanarak uzmanlık eğitimime Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesinde başladım.  

Kaç yıldır acil tıbbın içindesiniz?

1993 yılının Kasım ayından beri ?  Yaklaşık 25 yıl bitti.

Türkiye’deki ilk acil tıp hocalarından ve aynı zamanda Türkiye Acil Tıp Derneği yönetim kurulunda aktif rol almış birisi olarak geçmişten günümüze Acil Tıbbın gelmiş olduğu noktayı nasıl buluyorsunuz?

En çok bu soruyu sevdim?… Geçmişi bilmek çok önemlidir. Hem nelerin başarıldığını görüp, geleceğe umutla bakmak için; hem de daha nelerin yapılması gerektiğini ve yapılamayanların neden yapılamadığını anlamak için önemlidir. Ülkemizde mimari, işleyiş ve çalışan hekim standardı açısından birbirinden tamamen farklı acil servislerden bahsettiğimiz zamanları şimdiki acil tıp hekimlerinin büyük bir kısmı görmedi. Geçen 25 yıllık zaman içerisinde acil servis mimarisi konusunda büyük gelişmeler yaşandı. Şimdi yeni yapılan acil servislerimizin çoğu hem çalışan konforu hem de acil hasta bakımı açısında geçmişle kıyaslanmayacak büyüklükte ve alanlara ayrılmış durumda. İşleyişte de büyük değişiklikler var. Triyaj, resüsitasyon odası, kritik bakı birimleri, hızlı bakı ve benzeri birçok kavram acil servislerimize Acil Tıp Uzmanlığı ile birlikte girdi. Ve tabii ki de standart bir eğitim programının başardıkları. Hala sorunlarımız olmakla beraber, şu anda ülke çapında acil hasta bakımında profesyonelleşmiş, aynı dili konuşan, benzer hasta yaklaşımlarına sahip büyük bir hekim grubundan, yani acil tıp uzmanlarından bahsedebiliriz. Geçmiş ve günümüzde hasta bakımı ile ilgili niteliksel verileri değerlendirme olasılığımız olsaydı, mortalite ve morbidite verilerinde büyük bir iyileşmenin olduğunu görebilecektik. Bunu sayısal değerler üzerinden veremiyorum ama bundan adım kadar eminim.

Akademisyen olmaya nasıl karar verdiniz? Bu konuda sizi etkileyen neydi?

Bunun da tek bir yanıtı var. Nasıl Acil Tıp Umanlığı’nı seçme konusunda büyük bir rolü varsa akademisyenliğe yönelmemde de en büyük pay Dr. Fowler’a aittir. Uzmanlık eğitimimin bitmesine yakın, İstanbul’un büyük bir özel hastanesi ile konuşup, çalışmak üzere anlaşmıştım. Ama Dr. Fowler bunu duyunca beni odasına çağırdı; benim akademisyen olmam gerektiğini, akademisyenlik için gerekli birçok özelliğe sahip olduğumu ve acil tıp alanında başlangıç aşamasında benim gibi akademisyenlere çok ihtiyaç olduğunu anlatan uzunca bir konuşma yaptı. Hem gururum okşanmıştı hem de ikna olmuştum ? Böylece üniversitede devam etmeye karar verdim.

Yurtdışında bulunmuş, bağlantıları olan ve bazı etkinliklerde aktif görev almış birisi olarak Türkiye’deki akademisyenler ile yurtdışındakileri karşılaştırdığınızda eksiklerimiz nelerdir? Sizce istenilen noktaya nasıl gelinebilir?

En önemli eksikliğimiz dil bariyeri. Maalesef üniversite öncesi dönemde de üniversite yıllarında da bu konuda kaliteli bir eğitim alamıyoruz. Birçok akademisyenin uluslararası anlaşabileceği akıcılıkta ikinci bir dili yok. Diğer bir sorun da hizmet yükümüzün fazla olması. Bu da eğitim ve araştırma aktivitelerine ayrılan zamanı azaltan bir faktör. Bir üçüncü neden ise; özellikle temel araştırma yöntemleri konusunda temel birçok eksiğimiz var. Çoğu akademisyen bunu zaman içerisinde, el yordamıyla deyim yerindeyse düşe kalka öğrenmek zorunda kalıyor ki, bu da zaman ve emek kaybına yol açıyor.

Meslek hayatınızla ilgili olarak keşke şunu da yapmış olmayı isterdim dediğiniz bir şey var mı?

Yurtdışında uzun sayılabilecek (1-2 yıl) bir süre ile çalışmak isterdim. Onun dışında planlarımın çoğunu gerçekleştirdim. Bu konuda kendimi şanslı addedebilirim.  

Hocam sizin aynı zamanda Asya Acil Tıp Derneği Başkanı olduğunuzu biliyoruz. Bize bakış açıları nedir? Diğer ülkeler ile karşılaştırıldığında eğitim ve öğretim açısından ne durumdayız?

Asya ülkelerinin acil sağlık hizmetleri birbirlerinden çok farklı. Bu nedenle Acil Tıp Uzmanlığını ekol olduğu Anglosakson ülkelerine benzer bir karşılaştırmayı bu ülkelerin içerisinde yapmak çok kolay olmuyor. Ama ülkemizde Acil Tıp Uzmanlığının gelişmiş bir uzmanlık alanı olduğunu ve birçok Asya ülkesine oranla hem hastane öncesi hem de hastane düzeyinde iyi bir acil sağlık hizmeti sunduğumuzu söyleyebilirim. Tabii ki, Asya büyük bir kıta ve ülkeler hem ekonomik gelişmişlik hem de demografik açıdan birbirinden çok farklı özelliklere sahip. Bu nedenle bazı Asya ülkelerinin bize göre daha önde oldukları alanlar da var. Özellikle uzmanlık eğitiminin ülke çapında standardizasyonu ve hastane acil servislerinin vatandaşlar tarafından uygun kullanımı konularında bizim düzeltmemiz gerekenler var.

Hocam sizin 2004’den beri Acil Tıp Yeterlik kurulu ile ilgilendiğinizi başkanlık yaptığınızı biliyoruz. Bu kurulun amacı nedir? Yine çok merak edilen bir konu, yeterlilik kurulunun en önemli görevlerinden biri olan Acil tıp yeterlilik sınav (BOARD) sürecinin nasıl işlediğini bize kısaca anlatabilir misiniz?

Uzun bir süredir bu konu ile ilgilendiğim, şu an başkanlığını yaptığım doğrudur. Yeterlik Kurulunun ana amacı (her bir uzmanlık ana alanı ve yan dal eğitimi için de geçerlidir bu) topluma o alanda sunulan sağlık hizmetinin standardizasyonunu sağlamak ve bu standardı yükseltmektir. Bunu nasıl sağlarsınız? Tabii ki ülke çapında güncel ve denetim altında verilen standart bir uzmanlık eğitim programı ile sağlarsınız. İşte yeterlik kurulları da bu konularda çalışmalar yapmaktadırlar. Aslında ilk amaçları uzmanlık eğitiminin kalitesini yükseltmektir. Uzmanlık eğitiminin çıktısı nedir, tabii ki o alanda mezun edilen uzmanlardır. Yeterlik kurulları, çıktı olarak mezunların (burada Acil Tıp Uzmanlarının) hedeflenen bu eğitimi yeteri kadar alıp almadıklarını ve aynı zamanda mezuniyet sonrası güncel bilgi düzeylerini koruyup korumadıklarını ölçmeye yarayan bir Yeterlik Sınavı (BOARD Sınavı) da yapar. Bir uzman hekim tamamen gönüllü olarak yeterlik sınavına girer. Bir zorlama yoktur. Bu sınav 2 aşamadan oluşur. İlk aşaması kuramsal bilginin değerlendirildiği yazılı sınav aşamasıdır. İkinci aşama da uzmanlık eğitiminin diğer önemli bileşenleri olan beceri ve tutumun değerlendirildiği bir sınavdır. Her iki aşamayı da başarılı bir şekilde geçenler Yeterlik Belgesini almaya hak kazanırlar. Bu belgenin bir geçerlik süresi de vardır. Yani bu süre sonunda her uzman hekim yine güncel bilgiyi takip ettiğini göstermek için yeniden belgelendirme sürecine girmelidir. Gördüğünüz gibi burada asıl amaç toplum sunulan sağlık hizmetinin kalitesini arttırmaktır.

Türkiye’nin BOARD sınavı ile ilgili mevcut durumu nedir ve Yeterlilik kurullarımız bu konu ile ilgili nasıl bir yol haritası belirledi?  

Farklı uzmanlık alanları yıllardır bu konu ile ilgili çalışıyor. Ama en önemli eksiklik uzmanlık eğitiminde kurumlar arasında standardizasyonun henüz sağlanamamış olmasıdır. Bu sadece Acil Tıp için değil, birçok uzmanlık alanlarında da geçerlidir. Yeterlik Sınavlarının gönüllülük temeline dayanması nedeniyle bu belgeye sahip olmak ile ilgili cazip olanaklar sunulmadığı takdirde, sınavın pratik bir anlamı da kalmıyor. Akademisyenlik için bir ön koşul olarak bu belge aranabilir ya da ABD örneğinde olduğu gibi büyük ve iyi sağlık kurumları yeterlik belgesi olan hekimler ile çalışmayı tercih edebilirler. Çünkü bu belgeye sahip olmak hem iyi bir uzmanlık eğitimi aldığını, hem de mezuniyet sonrası dönemde güncel tıp kaynaklarını ve uygulamalarını takip ettiğini gösterecektir. Uzun vadede eğitim kurumları da bu kalitede uzman yetiştirmek için kendi eğitim aktivitelerini ve eğitim ortamlarını düzeltmek yönünde adım atmak zorunda kalacaklardır.  

Yine Yeterlik kurulunun görevlerinden olan akreditasyon süreci ile ilgili olarak, Türkiye’deki Acil Tıp Klinikleri ve Anabilim Dallarının Akreditasyonu konusunda ne durumdayız?

Kurum ziyaretinin (akreditasyon) amaçları, Yeterlik Kurulu tarafından önerilen eğitim programı ile uyumlu bir eğitim programının olup olmadığı ve bu programın düzenli olarak uygulanıp uygulanmadığı, kurum alt yapısının (sağlık hizmeti ve eğitim açısından) yeterliliği ve uygunluğu, eğitici ve tıbbi personelin sayısı ve yetkinliği, hizmetin hacmi ve çeşitliliği, sağlık hizmeti sunumunun organize ve sistematik olup olmadığı, eğitim ortamının uygunluğu (görev tanımları, hizmet-eğitim dengesi, vb. gibi) ve araştırma olanaklarının bulunup bulunmadığı, eğitim alanların bu etkinliklere yeterince katılıp katılmadığı gibi konuları yerinde görerek değerlendirmektir. Sonuç olarak akredite olan bir eğitim kurumu, uzmanlık eğitimi ile ilgili belirlenmiş asgari standartları karşılıyor demektir.

Ülkemizde şu ana kadar Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Tıp Anabilim Dalı ve Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Tıp Anabilim Dalı akreditasyon belgelerini aldılar. Ancak 2019 yılı içerisinde Acil Tıp Yeterlik Kuruluna başvuran ve kurum ziyareti yapacağımız birçok kurumumuz var.

Genç acil tıpçılara yurt dışında okumayı veya bulunmayı önerir misiniz?

Sadece yurtdışında okumayı ve bulunmayı değil ülkemizin farklı bölgelerinde ve eğitim kurumlarında da bulunmayı öneririm. Farklı bakış açılarına sahip olmak, yaşanılan sorunlarda yalnız olmadığını görmek önemli kazanımlar katacaktır.

Bizzat hayatın içinde olmak, çoğu insanın hayatına dokunmak gibi stresli bir sürece ek olarak, hasta yoğunluğu, özlük haklarındaki problemler, malpraktis davaları ve hekime şiddet gibi nedenlerle boğuşmak zorunda kalan genç arkadaşlarımıza verebileceğiniz ufak tüyolar var mıdır?

Geçen 25 yıl içerisinde ülkemizde acil sağlık hizmetlerinde yaşanılan gelişmeleri görmüş birisi olarak geleceğe umutla bakmalarını öneririm. Saf ve edilgen bir umutlu olma halinden bahsetmiyorum.

Mücadeleci, istekli, sorgulayan, eleştiren ve yetinmeyen bir umutlu olma hâlini kastediyorum.

Mücadele etmediğiniz hiçbir şeyi elde edemezsiniz.

Önümüze altın tepside bir şey sunulmadı ve bundan sonra da sunulmayacak. Ama doğru bildiğimiz yönde, akılcı ve bilimsel bir yaklaşım içerisinde başarılı olacağımıza inancım tamdır. Bu inancın önemli olduğunu düşünüyorum. Bir diğeri ise ekip arkadaşlarına sahip olmaktır. Sadece hekimler değil, büyük bir ekibiz, diğer sağlık çalışanları ile aynı amaca hizmet eden büyük bir organizma gibi davranmayı başarabilirsek tükenme sendromu ile daha az yüz yüze kalırız. Son olarak ve daha az önemli olmayarak aile hayatımızı veya sosyal hayatımızı ikinci planda bırakmamalıyız. Tüm başarılarımız, o gün iyi tedavi ettiğimiz bir hastayı sevdiğimiz birisi ile paylaştığımızda daha da güzelleşir.

Röportaj: Ebru Ünal Akoğlu. Ortaokul ve lise öğrenimini Kadıköy Anadolu Lisesi’nde tamamladıktan sonra en büyük ideali olan Tıp eğitimini almak üzere Trakya Üniversitesi’nin yolunu tutmuştur. Büyük heyecan ile başladığı Acil tıp ihtisasını Marmara Üniversitesi’nde tamamlamıştır. Şu anda Fatih Sultan Mehmet Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde aynı heyecan ile çalışmaktadır. Türkiye Acil Tıp Derneği Sağlıklı Yaşam Çalışma Grubu (TATDHAYAT) başkanıdır. “Carpe diem” felsefesine inanmaktadır. En büyük tutkusu yeni yerler keşfetmektir.

22 Mayıs 2019 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
Spor

TATD BAL 1. Sezon Şampiyonu Belli Oldu.

by Mehmet Alp Akın 21 Mayıs 2019
written by Mehmet Alp Akın

Bilindiği üzere, ortaya koyduğu yenilikçi projeler ile Türkiye Acil Tıp Derneği; rotasını devamlı olarak geleceğe yöneltme amacını güden ülkemizin nadide derneklerinden.

Bu amaca uygun olarak, ülkemizde ve belki de dünya da ilk kez, sahibi bir Tıp disiplini olan resmi Basketbol Ligi’ni de geçtiğimiz yıl yine bu dernek kurmuş idi.

TATD İstanbul BAL adı ile geçtiğimiz yıl kurulan bu organizasyon ile, 2018-2019 sezonu boyunca 15 takım, birbirinden zevkli karşılaşmalara çıkmış, acil tıp ailesi bir araya getirilmiş gibi görünüyor. Birçok yönü ile unutulmaz olan bu sezonun finali ise 18 Mayıs 2019 tarihinde Yeditepe Üniversitesi Kampüsü Spor Tesislerinde gerçekleştirilirken, sezon şampiyonu da belli oldu.

Buna göre; TATD BAL şampiyonluk kupasını Haseki ACİL takımı kaldırdı.

Sezon ikincilik kupasını ise Marmara Warriors takımı kaldırdı.

Sezon üçüncülük kupası sahibi ise Selçuklu Kartalları takımı idi.

Şampiyonluk kupası sahibi olan Haseki Acil takımı, aynı zamanda derneğimizin ana paydaşı olarak yer aldığı 2nd Southeast European Congress of Emergency and Disaster Medicine kongresine katılım hakkını da kazanmış oldu.

Sezon kapanışına ilgi de büyük oldu. Katılımcıları arasında, Acil Tıp ailesinin saygıdeğer klinik şef/anabilim dalı başkanları ve ilgili kliniklerin eğitim kadrosu, Acil Sağlık Hizmetleri Genel Müdürü sayın Dr. Öğretim Görevlisi Semih Korkut, Yeditepe Üniversitesi Rektör yardımcısı sayın Prof. Dr. Ahmet Aydın, Tıp Fakültesi Dekanı sayın Prof. Dr. Sina Ercan ve bürokrasiden pek çok yetkilinin olduğu gözlendi.

TATD Yönetim Kurulu Adına, Doç. Dr. Serkan Emre Eroğlu yayınladığı teşekkür mesajında, “Basketbol Acil Ligi başlangıcından bu yana olan organizasyonun her kademesinde önemli roller üstlenen TATD EMPACT Başkanı Doç. Dr. Erkman SANRI, Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Sinan KARACABEY, Marmara Üniversitesi Uzmanlık Öğrencisi Emir ÜNAL ve Ümraniye EAH Acil Tıp Kliniği Uzmanlık Öğrencisi Barbaros B. SIR başta olmak üzere sezon içinde organizasyona katkı sunan herkese, takımlarını bu lige katarak destek veren tüm klinik şeflerine, ter döken ve hatta bu uğurda sakatlıklar geçiren oyuncu meslektaşlarına ve onların taraftarlarına yönetim kurulu olarak özellikle teşekkür ettiğini”, ve yine “Sezon açılışında olduğu gibi kapanışında da yer alarak desteğini gösteren Sayın Dr. Öğretim Görevlisi Semih Korkut‘a, Final ev sahipliğini yapan Yeditepe Üniversitesi Rektörlüğü‘ne, Lige desteğini ortaya koyan sayın İstanbul Sağlık Müdürü Prof. Dr. Kemal Memişoğlu’na, Gençlik ve Spor Bakanlığı İstanbul Gençlik ve Spor Müdürü sayın Cemil Boz‘a ve değerli daire başkanlarına, lig sponsorları TK İlaç ve Pharmactive ilaç firma ve yöneticilerine teşekkürü bir borç bildiklerini” ifade etti.

21 Mayıs 2019 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
HobiPortre

Benim Dağcılık Hayatım, Dağcılık Hayatım Benim

by Mehmet Alp Akın 13 Mayıs 2019
written by Mehmet Alp Akın

Dağcılık insanların doğayı, yaşamı ve kendilerini tanımak için, kendi fiziksel ve psikolojik sınırlarını öğrenmek ve geliştirmek için doğada, kayada, karda, buzda, buzulda ve her türlü şartta ve koşulda dağların zirvesine ulaşmak amacıyla yapılan tırmanışların oluşturduğu bir spor dalıdır.

Çok yüksek bir azim ve sabır gerektirir ve karşılaşılabilecek her türlü zorluğun ve engelin üstesinden gelebilecek tecrübe, beceriye, fiziksel ve mental dayanıklığa sahip olmayı gerektirir. Hepsinden önemlisi de dağın doğasını iyi bilmeyi gerektirir. Riskleri iyi hesaplamanız, tehlikeleri önceden sezmeniz, çok kararlı olmanız ama bir o kadarda ne zaman vazgeçeceğinizi iyi bilmeniz gerekir.

Yazar: Mücahit Avcıl, 1977 Dinar doğumlu olan sayın Avcıl, lise yıllarında başladığı doğa gezilerini çok sevmesi üzerine, 1996 senesinde tıp öğrenimi için girdiği Ege Üniversitesi’nde “Dağcılık” eğitimleri aldı. Yaşamındaki haraketlilik ve “adventuristlik” uzmanlık seçimine de yansıyarak tüm tercihlerini “Acil Tıp” yaparak girdiği tıpta uzmanlık sınavı sonrası Süleyman Demirel Üniversitesi Acil AD.’ da araştırma görevlisi olarak uzmanlık öğrenimine başladı. Aynı zamanda satranç oynamayı da çok seven sayın Avcıl Aydın Adnan Menderes Üniversitesi Başhekimliği ve Rektör Danışmanlığı görevini üstlenmiş, 2017 Yılında “Doçent” ünvanı almaya hak kazanmıştır. Halen, Aydın Adnan Menderes Üniversitesi Acil Tıp AD’ da Akademik görevine devam ettirmektedir.

1786’ da Balmat ve Packard’ın Mont Blanc’a tırmanışı dağcılığın başlangıcı sayılır. 1870’ e gelindiğinde Avrupa’nın tüm zirvelerinin tırmanışları tamamlanmış ve dağcılar, Himalaya, And, Kafkas ve Kuzey Amerika dağlarına yönelmişlerdir. 20. yy. da ise dağcılık birçok ülkeye yayıldı ve Himalayalar ile diğer Asya dağları ilgi çekmeye başladı. 1953’ de “Edmund Hillary ve Tenzing Norgay” 8850 m. ile dünyanın en yüksek zirvesi olan Everest’ e tırmanmayı başardılar. 1960’lı yıllarda ilk tırmanışları tamamlanan dağların zor rotaları denenmeye başladı ve bu tırmanışlar başarıyla gerçekleştirildi.

Dağcılığa ilgi duymam lise yıllarında başladı. Askeri eğitimi bırakarak mahallemize gelen bir abimiz ile vakit geçirmeye bayılır olmuştuk. Bu kişi o zaman için işsizdi ve tüm gününü yüksek yoğunluklu egzersiz yaparak geçiriyordu. Fiziksel olarak olarak çok iyi durumda idi. O zamana kadar gördüğümüz en fit, en güçlü ve en dayanıklı kişi idi. O’nunla antrenmanlara başladık. Önce spor salonu ve koşu pistinde zor ve sınırları zorlayıcı egzersizler yapıyorduk. Daha sonra, o zamanlar yaşamakta olduğum Afyonkarahisar’ın Hıdırlık tepesinde bulunan ikiyüz basamaklı beton merdivenlere gitmeye başladık. Bu merdivenleri tek ayak ve çift ayak zıplayarak çıkıyor ve iniyorduk. Bacaklarımızdaki yanmanın verdiği acıyı kalbimize gömüp  O’na yetişmeye çalışıyorduk. Kalp atışlarımız iki yüzleri vururken (şimdi kırk yaşındayım ve kalplerimizin buna nasıl dayanabildiğini bilmiyorum) yüksek doz endorfin ve diğer stres hormanlarına alışmaya başlamıştım sanırım. Daha sonra hafta sonları sabah erkenden buluşup sırt çantalarımıza koyduğumuz ekmek arası peynir domates, sade gazozlu içecekler ile Hıdırlık tepesinin arkasında bulunan uzak köylere doğru yürüyüşlere başladık. O uzun yürüyüşlerde yediğim ekmek, ciğerime çektiğim temiz ve soğuk hava, o tarifsiz manzaralar beni kendine aşık etti. Hafta sonlarını iple çekmeye başladım. O senenin sonunda Ege Üniversitesi Tıp Fakültesini kazandım ve kayıtta bana verilen tanıtım kitapçığında “DODAK” yani Ege Üniversitesi Doğa Ve Dağcılık Kulübünü  gördüm. Tabi okula başladıktan sonra ilk işim bu kulübü bulup kulüptekiler ile tanışmak oldu. Bir yıl süren bir eğitim verdiklerini ve her ay elemelerin olduğunu söylediler. Kayıt oldum ve derslere başladım. Çok yoğun ve disiplinli bir eğitim vardı. 115 kişi ile başladığımız eğitime yıl sonunda 17-18 kişi ile devam eder olmuştuk.

İlk yaz kampı (dağcılıkta eğitimler temel yaz eğitimi, temel kış eğitimi, kaya eğitimi, kar buz eğitimi gibi safhalara ayrılır, sonra bunların ileri eğitimleri olur) Mahmut dağında idi ve mevsim sonbahardı. Soğuk bir gece geçirecektik. Bir hafta öncesinden uyku tulumu ve kıyafet alışverişine gittik. Çok heyecanlı idim ve dağcılık mağazasına ilk girdiğimde şekerci dükkanına girmiş bir çocuk gibi neşe ve hayret içinde idim. (Hala dağcılık mağazalarına girdiğimde aynı hisleri yaşıyorum) Tabi öğrenci olduğumuz için ancak tulum alacak paramız vardı, giyim kuşam için Kemeraltına gidecektik, bot, çanta ve diğer her türlü malzeme ise -toplama- olacaktı. Bu işe devam etmeyi kafama koyduğum için tüm arkadaşlarım daha ucuz olan sentetik uyku tulumları alırken ben görece daha iyi ısıtan ve daha hafif olan “kaz tüyü” uyku tulumu alacaktım.

Bu kamp benim için çok iyi geçti, artık dağcılık içimde iyice perçinlenmişti. Bu kampta ikinci günümüzün sabahında  bizi uyandırdılar ve çadırların ortasında çamların altındaki geniş eğitim alanına topladılar. Ortada bir dağcılık çantası ve çantanın sahibi olduğunu anladığımız bir bayan kursiyer duruyordu. Dağcılıkta, çanta yerleştirme kuralı olarak eşyalar çantaya dürülerek, katlanarak değil “tıkıştırılarak” konur. Eğitmenler bu bayan arkadaşımızın çantasını açtılar ve her şey son derece güzel katlanmış , dürülmüş kat kat dizilmişti. Eğitmenler bir saat bu çanta ve bayan arkadaşımızla dalga geçtiler, kızdılar ve azarladılar. En sonunda bayan kursiyer çantasını topladı ve ağlayarak kamptan ayrıldı ve bir daha kulübe uğramadı. Arkadaşımızın maruz kaldığı bu aşağılama çok uzun yıllar bana çok ağır ve gereksiz gelmişti. Ama daha sonra bu trajik olayı dağcılık mantığı ile anlamaya başladım. Dağcılık şakaya gelecek bir şey değildi!!! Her kural çok önemli ve kanla yazılmıştı! O kıyafetler katlı değil tıkıştırılarak konulacak denildi ise öyle yapılmalı idi. Yoksa sonu ÖLÜM olurdu.

İkinci kampımız kış temel eğitimi içindi ve Uludağ’da idi. Biz yine Kemeraltı’nda alışverişe gittik. Daha soğuk-ciddi soğuk olacaktı. Saf yün içlikler, yağmurluk ve bize eğitimlerde “polar”  diye bir malzemeden bahsetmişlerdi, onu arayacaktık. Arayacaktık diyorum çünkü şu an pazarda yada köşedeki markette bile mevcut olan polar malzeme o zamanlarda bulunamıyordu. (yıl 1997) Üç arkadaş tüm Kemeraltını aramamıza rağmen polar bir kazak yada mont bulamamıştık ve ümitsiz bir şekilde girdiğimiz son mağazada büyük bir tel sepet içindeki kıyafet yığınını deşerken bulduk. Tabi o malzemenin polar olduğunu satış görevlileri de bilmiyordu.

Bu kampa katılmama ailem izin vermediği için ve son birkaç gün kala onları ancak ikna edebildiğim için çadır paylaşım toplantısını kaçırmıştım. Ben son kişi olarak “bivak” lıyacaktım. Bu tabirle derslerde tanışmıştım ama bana bu kadar şey öğreteceğini tahmin bile edememiştim. Çadırınız olmadığında yada fırtına vs. gibi bir nedenden çadırsız-barınaksız kaldığınızda uyumadan sıcak bir şeyler içerek su geçirmez bir malzemenin (bivak torbası denir) içine serdiğiniz uyku tulumunuz içinde sabahlama işine bivaklama denir. Kampa giderken önce hayatımın en kötü yolculuklarından birini geçirdim. Küçücük bir midibüs ile izmir’den uludağ’ a ulaştık. Sonra Uludağ’ın o kalabalık ve “Urban” kokan oteller bölgesinden yürüyerek uzaklaştık ve insan kargaşası yerini “beyaz yanlızlığa bıraktı. Mutlu idim. Sırtımda çanta ile karda yürümek bana garip bir haz veriyordu. Bu duyguyu tarif edemiyorum ama okuyuculardan bazıları anlayacaktır.

Dağcılıkta yürüyüş kuralları vardır. Tek sıra yürünür, belli bir miktar aralık bırakılır, izler bozulmaz (karda önünüzdeki kişinin basarak oluşturduğu ize basılır, herkes aynı ayak izine basar)  yaklaşık 50 dakikada bir mola verilir ve sıcak bir şeyler içilir, kuru yemiş ve şekerli gıdalar atıştırılır.

Diğer bir kural ise (dağcılığın en önemli kuralı) lider’e tabi olunur, emirlerine karşı gelinmez.

Kemeraltı’nda güzel bir yağmurluk bulamadığım için panço almıştım. Sulu sepken (sulu kar) yağmaya başladığında çantamdan pançomu çıkardım ve giydim. Bir süre sonra lider yanıma geldi ve pançomu çıkarmamı, panço üzerimde iken kayacak-düşecek olursam yamaçtan aşağı kendimi durduramıyacağımı ve kendimi uçurumun dibinde bulacağımı söyledi. Mecburen liderin emrine uydum ve çıkardım. Kamp alanına varana kadar üzerimdeki elyaf mont ıslandı ve çadırları kurarken kenara bıraktığım yerde donarak bir kalıp halini aldı. (Bu montum ancak İzmir’e dönüp evdeki sobanın başına serdiğimde kurudu) En kalın kıyafetimi kaybetmiştim. Tüm arkadaşlarım çadırlarını kurdular ve çadırlarına serdikleri sıcacık tulumlarına girdiler. Banada bir yırtık eski sentetik torba vermişlerdi. Karın üstüne bu torbayı serdim. İçine matımı ve kaz tüyü uyku tulumumu serdim. Kaz tüyü ve sentetik uyku tulumları arasındaki ana fark kaz tüyü uyku tulumları hafif, az yer kaplayan , daha iyi ısıtan uyku tulumları olmasına rağmen ıslandıklarında kaz tüyleri arasındaki statik itme kuvveti hızla yok olduğu için tüm ısıtma yeteneklerini kaybederler. Sentetik tulumlardaki elyaf malzeme ise lifleri arasında statik bir itme olmaksızın kabarık dururlar ve lifler arasında hapsolan hava yalıtımınızı sağlar. İşte benim tulumum kaz tüyüydü ve iyi olmayan bivak torbası nedeni ile ıslanarak kabarıklığını kaybetti ve ince bir muşambaya dönüştü. (uyku tulumunu da kaybetmiştik) Birkaç saat daha yanımdaki termosta bulunan  çayı içerek sıcak kalmaya çalıştım ama gece 3 civarı artık üşüme hissim yavaş yavaş titremeye dönüştü. Artık dayanamayarak bivaktan çıktım ve liderin çadırına gittim. Uyandırdım. Durumu anlattım ve böyle devam ederse hipotermiye gireceğimi söyledim. Beni çadıra aldılar, lider benimkinden çok daha kalın olan kaliteli uyku tulumundan çıktı ve üzerimize yorgan gibi örtündük. Kısa bir süre sonra vücudum ısınmaya başladı ve hayatımın en güzel uykusuna daldım. Sabah uyandığımda son derece dinçtim ve kendimi iyi hissediyordum. Bana klasik hipotermi bakımı başlattılar. Beni o uyku tulumunun içine yatırdılar. Sürekli yiyecek sıcak çikolata ve sıcak şekerli içecekler getirdiler. Ben kendimi iyi hissetmeme rağmen sesimi çıkarmadım ve hem iyice dinlendim hem de güzel bir besiye çekilmiş oldum. Sonraki günler çok iyi geçti, hep dinç ve ekip arkadaşlarımdan daha iyi durumda idim. Pek çok kursiyer hastalanırken ve hipotermiye girerken ben gayet iyi bir kondisyonda idim. Kampın son günü lider ve kıdemliler zirve yaptılar ve biz kursiyerler de onlara yer ekibi olarak yardımcı olduk. Kamp bitti ve sağ salim İzmir’e döndük. Kampta ilk gece yaşanan bu “tulumumun ıslanması” ve tamamlayamadığım bivak eğitimi nedeni ile, yönetim beni de kulüpten çıkarma kararı almak istedi. Yoğun ve şiddetli savunmamdan sonra kulüpte kaldım ve bu olaydan yaşamım ve dağcılık alışkanlıklarım için hayati tecrübeler çıkardım;

Tüm ihtimalleri hesapla, kötüye hazırlıklı ol, iyi plan yap, malzemeni gözün gibi koru, aklını kullan, önemli olan hayatta kalmaktır, insan davranışlarını iyi tahmin et, dağın-doğanın şakası yoktur işler bir anda kötüleşebilir, en kaliteli malzemeyi kullan, çok yönlü-işlevli malzeme kullan, başkasının hazırlığı ile dağa-yolculuğa çıkma, başkalarına güvenerek iş yapma, her zaman zinde ol, her malzemen suya dayanaklı olsun, çok iyi ön araştırma yap, şehirde bir gram dağda bir kilodur, deneme yanılma en pahalı öğrenme yoludur, dağ faliyeti evde başlar evde biter, barışta ter dökmeyen savaşta kan döker, sade ve etkili ol!

Bu eğitimlerden birkaç sene sonra artık bir hayli tecrübe kazanmıştım, malzemelerim hala çok kötü idi ve ilk kez ölümle yüzleşeceğim bir tırmanışa, Niğde Demirkazık zirvesi şubat-kış tırmanışına gidiyordum. Dağın eteklerinde kurduğumuz ilk gün kampının gecesinde yola çıktık (çoğu tırmanış yürüyüşü gece saat bir iki gibi başlar, sabaha kadar yürünür ve zirve yapılıp öğlene kadar geri dönmüş olunur) ve 12 saat süren yürüyüş ile dizlerimize kadar batan karda öğlene doğru ilk kamp yerine vardık ve dinlenmeye geçtik. Yine gece yarısı yürüyüşe başladık ve kimi yerde ayaklarımız yere-toprağa değmediği halde kara otura otura ve kürekler ile yol aça aça, ağır  bir mücadeleden sonra öğlen saatlerinde ikinci kamp yerine ulaştık.

Oradan sabah zirveye doğru haraket ettik. Çok güzel bir havada yürürken zirveye 300 metre kala yukarıdan bir anda bulutlar geçmeye başladı ve lider zirve yürüyüşünü iptal edip bizi kuytu bir alana yönlendirdi. Biz buna bir anlam veremedik, zirveye çok az kalmıştı, hava güzeldi, niçin bu kadar yaklaşmışken zirve yapmıyorduk? Biz bunları düşünmeyi bitirmeden hava patladı, yüzümüze çarpan buz tanecikleri balaklavanın altından canımızı acıtıyor, yandan esen şiddetli rüzgar ayaklarımızı iterek çapraz adımlar atmamıza neden oluyordu, göz gözü görmüyor ve nefes almakta zorlanıyorduk. Güç bela düzlüğe ulaştık ve fırtınada çadırlarımızı kurduk. İçeride sıcak tulumlarımıza girip yiyip içmeye başladık. İlk başta her şey çok güzeldi. Ama fırtına durmak bilmiyordu. Liderin emri ile her çadırda bir telsiz vardı ve bataryaları korumak için saat başı sadece üç dakika açıp durumumuzla ilgili bilgi veriyorduk. Çadırların arası dört beş metre olmasına rağmen diğer çadıra gidemiyorduk. Dışarı çıkınca göz gözü görmüyor, ne kadar kalın giyinmiş olsak bile bir iki dakika sonra içimiz titremeye başlıyordu.  Dışarı çıkamadığımız için tuvaletimizi çadırın bagaj denilen ve oturma alanımızdan fermuarlı bir tül ile ayrılan yarım metrekare alana(yani çadırın içine) yapıyorduk. Saatler sonra yiyeceğimiz ve yakıtımız tükenmeye başladı. Dağda sıvı alımı, özellikle sıcak sıvı alımı elzemdir ve ana kurallardan biridir. Su, kış dağcılığında, benzin ocaklarında kar eritilerek elde edilir. Yakıtınız olmazsa suyunuz da olmaz, dehidrate kalırsınız ve içten ısınmadığınız için hipotermiye girersiniz. Fırtınanın başlamasından 24 saat geçmişti. Yakıtı çok iktisatlı kullanıyorduk. Yemek azaldığı için çadıra ilk girdiğimizde tükettiğimiz yiyeceklerin çöplerini açtık ve iyi sıyrılmamış krem peynir kutusunu parlatana kadar sıyırdık ve yaladık. Susamlı kırekerlerin poşetinin dibinde kalmış susamları yedik. Artık ölüm korkusu hissetmeye başlamıştık. Sinirlerimiz çok gerilmişti. Üç kişilik küçük çadırımızda çok basit nedenlerle kavgalar çıkamaya başlamıştı. En iyi bildiğimiz şey ise kimsenin bizi kurtaramıyacağı idi. Bu havada helikopter uçamazdı ve bu irtifayada hiçbir helikopter çıkamazdı. Biz çok zor bir yürüyüş ile 3 günde bu irtifaya çıkmıştık ve bunun üstüne geçtiğimiz yollara 30 saattir de kar yağıyordu.  Hiçbir insanoğlu bizi bir haftadan önce bulamazdı. Bizim psikolojilerimiz dağılmıştı, ölüm korkusu yaşıyorduk, sevdiklerimiz gözlerimizin önünden geçiyordu Bunları düşündüğümüz bir zamanda telsiz görüşmemizin zamanı gelmişti ve telsizi açtığımızda liderin çadırındaki kişilerin şakalaştığını, kahkahalar attığını, normal yaşamlarına devam ettiklerini, duyduk.. O neşeli sesleri duyduktan sonra bir anda durumumuzu realize ettim, bu fırtınanın dağda normal olduğunu, durumun kötü olduğunu ama en kötüsü olmadığını, ölüm riskimizin olduğunu ama henüz sandığım kadar ölüme yaklaşmadığımı düşünmeye başladım. Bu değişim inanılmazdı. İnsan psikolojisinin aynı durumlara çok değişik tepkiler verebileceğini gördüm. Artık anksiyetem gitmiş ve uyku tulumumda yapılabilecekleri hesaplamaya başlamıştım. Fırtına 36. Saate yaklaşırken liderden fırtına dinse de dinmese aşağıya inişe geçeceğimiz haberi geldi. İki saat sonra yola çıkacaktık. Hummalı bir çalışma ile su ısıtmaya ve hazırlık yapmaya başladık. Bu fırtınada yola çıkarsak birkaç saat içinde ya kaybolacak yada yürürken hipotermiye girecektik. Kendimi ve çadırımda birlikte kaldığımız ev arkadaşımı kurtarmaya kararlı idim. Bu 17 kişilik ekipten iki kişi kurtulacaksa onlarda biz olacaktık. Kendimi ve arkadaşımı hazırladım ve ölüm yürüyüşümüz başlamak üzereydi. Sempatik deşarjımız belirgin düzeyde artmış idi, ağzımız kuruyor ve ellerimiz titriyordu. Sonra bir anda bir mucize oldu ve fırtına kısa bir sürede azalarak durdu. Hepimiz çadırlardan çıktık ve tüm gücümüzle çadırları topladık. İnanılmaz derecede sevinçli idik ama kimse kimse ile konuşmuyor bir an önce o dağdan kaçmak istiyorduk. Henüz bitmemişti. Daha pek çok tehlike vardı. Yürüyüşe geçtikten birkaç saat sonra bir çığ parkuruna geldik. İki yüksek tepenin arasındaki bir yamaçtan yatay olarak geçmek zorundaydık ve çığ kurallarına göre bu eğim ve yeni yağmış kar yüksek çığ riski barındırıyordu. Çığın altında kalmak ise %99,9 ölmek demekti. Burası 50 metrelik bir geçişti. İlk kişi çığ parkurunun ortasına geldiğinde diğer kişi çıkıyordu. 17 kişinin burayı geçmesi saatler sürecekti. Bekleyenler için hipotermi riski vardı. İlk geçenlerde karşıda bekleyecekti. İlk kişinin açtığı ize basmak zorunda idik. İzleri bozamazdık yoksa kar sütunu kesilmiş olurdu ve çığ başlardı. 30 cm aralıklı izlere dikkatle basıyordum. Yolun ortasına geldiğimde sağıma yani dağ tarafına baktım. Ayağımın dibinden tepenin başına kadar uzanan kar sütunu pürüzsüz gözüküyordu. Tonlarca kar vardı. Bu kar  sütununun bir anda hareketlenip üzerime geldiği canlandı zihnimde. Tarifsiz bir korku ve dehşet yaşadım. Nevarki sakince ilerlemek zorunda idim. Ama içimden bir an önce oradan kaçmak yani koşarak karşıya varmak geliyordu. Bunu yaptığım an çığı başlatabilirdim, ama içgüdülerim koşmamı emrediyordu. Sonunda bu inanılmaz zihinsel savaşı kazandım ve sakince dikkatlice karşıya doğru yürümeyi seçtim. Bu alandan çığ düşmeden karşıya geçtik. İnişe devam ettik. Olabildiğince hızlı ama olabildiğince de dikkatli iniyorduk. Üç günde çıktığımız yolu toplamda 12 saatte inmemiz gerekiyordu. Kimse yoruldum demedi, kimse konuşmadı, kimse durmadı. Yürüyüşümüzün bitmesine dört saat kala, korkularımızın geçmeye başladığı sıralarda, bir başka olay yaşandı. Bir yamaçta üzerinde biz olduğumuz halde bastığımız zemin, bir futbol sahası büyüklüğünde bir alan kulakları sağır eden bir gümbürtü ile yarım metre kadar göçtü. Bir süre nefes alamadığımı hatırlıyorum. Sonrasında çığ yada toprak kayması olmadı. Ama bu korku yorulmuş ruhlarımıza ağır geldi..

Bu 12 saat hayatım en uzun 12 saatiydi ve bu 12 saatte yürüdüğüm yol hayatımın en uzun yolu idi. Hiç bitmeyecek sandım. Tabi ki yeni dersler çıkardık. Dağın şakası yoktu, yüksek irtifa dağcılığı korkunç tehlikeli idi, insan psikolojisi aynı durumlara farklı tepkiler verebiliyordu, cesaret korkmamak değil korktuğun halde gerekenleri yapabilmekti, her türlü ihtimali daha iyi hesaplamak gerekti, hafif ama  yeterli malzeme hayatta kalmanı yada aksi ölmeni sağlayabilirdi, son ana kadar hayatta kalma azmini kaybetmemeliydim, herşey kötü giderken bir anda güneş açabilirdi, en korkulu ve dehşete kapılmış anda bile sakinliğini koruyabilmek en büyük hayat becerilerinden biri idi, sevdiklerini düşünerek ölümle yüzleşebilmek büyük bir yürek istiyordu ve tabi Dağcılık tehlikeli bir spordu…

Bu dağdan indikten sonra yaşananları tekrar tekrar düşündüm ve yüksek irtifa dağcılığını bırakmaya karar verdim. Dağcılığı çok seviyordum ama uğrunda ölecek kadar değil. Ayrıca sevdiklerimle yaşamayı daha çok seviyordum. Bu yıllardan sonra önce TUS, sonra asistanlık hayatı, evlilik, sonra zorunlu hizmet ve akademisyenlik derken Dağcılığa uzun süre ara vermiş oldum. Bu yıllarda sadece basit trekkingler yaptım dostlarımla. Yaklaşık 10 yıl bu şekilde geçti. Daha sonra Adnan Menderes Üniversitesi Acil Kliniğinde akademisyenlik kadrosu bulup AYDIN’a taşındım. Artık hayat koşuşturmacası bitmişti. Yerleşik hayata geçmiştim. Burada yürüyüş ve doğa sporları kulüpleri ile tanıştım. Eşim ve ben hiking denilen günübirlik yürüyüşlere başladık. Doğada yürümek ikimizede çok iyi geliyordu. Haftasonunu iple çekiyorduk. Ve yine çantamda taşıdığım soğuk sandeviç, ciğerlerime çektiğim temiz ve soğuk hava ve gözlerimin gördüğü eşsiz manzaralar beni kendine çekmeye başladı.  Sonunda tövbemi bozdum ve tekrar yüksek iritifa dağcılığına başladım. Son beş senede Ağrı dağı tırmanışı dahil sayısız zirve tırmanışı, kaya tırmanışı, ipli ve makaralı iniş ve kurtarma eğitimleri, spor tırmanış, alpin tırmanışlar gerçekleştirdim.(resim 3,4,5) Bu son yirmi yılda edindiğim tecrübe ve yetenekler her bir faaliyette benim hayatımı kurtardı yada işimi kolaylaştırdı. Günlük hayatımda ve mesleğimde olumlu yönde etkiledi. Bir yolculuğa çıkarken en hafif ama yeterli malzeme ile çıkıyorum. Ve yolda aracım kara saplansa en az bir hafta yaşayabilecek durumda olduğumu bilerek yola çıkıyorum. Günlük kıyafetlerim çok işlevli, fonksiyonel rahat hafif kıyafetler oluyor. Katater takarken bu riski alıp alamayacağımı hesaplıyorum.

Dağcılık ile hayatımın merkezini kaplayan acil uzmanlığı arasında hep bir takım benzerlikler bulmuşumdur. Öncelikle her ikisi de eğlenceli, hareketli, heyecanlı ama çeşitli riskler barındıran branşlardır. Ne kadar risk alacağınıza karar verirsiniz. “Kabullenilebilir ( acceptable) risk” kavramı vardır. Bir hastayı evine gönderirken, bir girişimsel işlem yaparken  yada dağda bir rotaya gireceğiniz zaman, çaprazınızdaki kaya çıkıntısına uzanacağınız zaman, kitabi bilgilere, geçmiş tecrübelerinize, riskin yaptırımlarına ve mizacınıza göre bir risk alırsınız. Eğer adventurist bir yapınız varsa kabullenilebilir risk marjınız biraz daha fazladır. Daha sağlamcı iseniz hastayı evine göndermeden önce birkaç fazla tetkik daha yapıyorsunuzdur yada girişimi konsultan hekime bırakmayı yeğliyorsunuzdur.  

Dağcılık ta aynı acil gibi iyi bir teorik eğitim, karar verebilme yeteneği, karmaşık ve riskli zamanlarda kendini ve ekibi yönetebilme yeteneği, malzeme bilgisi, deneyim, kondisyon, pek çok farklı konuda bilgi sahibi olma gerekliliği, uyum yeteneği, nerede devam etmen nerede durman gerektiğini bilmen, ekip çalışması, risk alabilme gibi pek çok ortak meziyet gerektirir.

Dağcılık serüvenimde son durum nedir benim için? Şu an bu yazıyı, üç ay önce Kaçkar dağlarında geçirdiğim elim kaza sonucu oluşan femur fraktürümün bana verdiği ince sızı eşliğinde yazıyorum.(resim 6) Kaza nasıl mı oldu? Bunu daha sonra anlatmak istiyorum. Yedi saat süren kurtarılma operasyonumda ve sonraki süreçlerimde,  eşimin ve ailemin yaşadıklarını tarif etmem zor. Sevdiklerimi çok üzdüm ve bende çok korktum. Şu an önümde Schrödinger’in kedisinin durumundan daha karmaşık sorular var;

Ölümden döndüğüm bu elim kaza sonrası dağcılığa yine bir 10 yıl ara mı vereceğim? Yoksa artık jübile yapmanın zamanı mı geldi? Ya da dağcılık “ zirveye ulaşabilmek için önüne çıkan engelleri aşabilme becerisidir” deyip bu yaşanan elim olayı da aşılması gereken bir engel olarak görüp zirve peşinde koşmaya devam mı etmeliyim?

13 Mayıs 2019 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
arzu denizbaşı
PortreRöportaj

Ülkemizin Doçentlik Ünvanına Hak Kazanan ilk Kadın Acil Tıp Hekimi İle Acil Tıp Üzerine….

by Mehmet Alp Akın 8 Mayıs 2019
written by Mehmet Alp Akın

Kuşkusuzdur ki, nerede ise tüm klinik branşların gelişiminde-farklılaşmasında, “iz bırakan” bilim insanları vardır… Onların yaşattığı “ilk’ ler”, ardından gelecek bizzat o branşın mensuplarının hafızasına kazınırken, oluşturdukları “figür” ile aynı zamanda yol gösterici de olurlar. Bu röportajımızda, Acil Tıp tarihçesinde “ilk kadın Acil Tıp Doçent’i” olarak yer alan değerli hocamız Sayın Prof. Dr. Arzu Denizbaşı’yı  konuk edeceğiz.

Röportaj Ebru Ünal Akoğlu – Serkan Emre Eroğlu


Öncelikle bizi kırmayıp röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Sorularımıza başlamadan önce kendinizden kısaca bahsedebilir misiniz?

Ben size teşekkür ederim. Ben, İstanbul doğumluyum. Ailem ile birlikte Üsküdar’ da yaşadık hep. Üsküdar Amerikan Lisesi’nden 1983 yılında mezun oldum. Aynı yıl İstanbul Tıp fakültesi’ne derece ile girdim ve 1989 yılında mezun oldum. 1994 yılında Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde Tıbbi Farmakoloji ihtisasını ve sonrasında 1998 yılında Marmara Üniversitesi Acil Tıp Anabilim dalında Acil Tıp ihtisasını tamamladım.  2004 yılında Acil Tıp doçenti, 2009 yılında ise profesörlük ünvanını aldım. Ailemin de yönlendirmesini dahil edersem, çocukluğumdan beri kitap okumayı çok severim. Okula başlamadan önce rakamları, sayı dizinlerini bilirdim ve sayısal bulmacalar da favorimdi. Doğayı, klasik batı müziğini, özellikle Barok dönemi çok severim. Bilim kurgunun “hastasıyım” denecek kadar takipçisiyimdir; ki sanırım bizim kuşak Apollo füzelerinin fırlatılmalarını televizyondan canlı seyreden enteresan bir nesildir.

Doktorluk mesleğini seçmeye nasıl karar verdiniz?

Küçüklüğümden beri ilgimi çeken tek meslek doktorluk idi. İlkokul 2. sınıftan itibaren doktor olmak konusunda kararlıydım. Ailemin yönlendirdiğini düşünüyorum.

Geçmişte doktorluk saygı duyulan ve değer verilen bir meslek iken, günümüzde artık tercih sıralarında alt basamaklara düşmüş durumda, bunun en önemli nedeni sizce nedir?

Türkiye’de mesleki yıpranma Batı ülkelerine nazaran daha çok hissediliyor.  Bunun eğitim ve sosyo-kültürel düzeyin düşük olmasına bağlıyorum. Bir de, hasta hakları adı altında fikir sahibi olmadıkları bir konuda “hesap sorma” hakkı verilmesi işlerin iyice içinden çıkılmaz bir hal almasına neden oldu. Aslında trafik kurallarına bile uymayan bir toplumda sağlık çalışanlarına bu kadar keyfi bir saldırı hakkı tanımak tavandan tabana doğru oldu. Halkın çoğu stresli ve zor koşullarda yaşıyor. Ne yazık ki stresin en rahat boşaltılabildiği yerler hastaneler; çünkü buralarda güvenlik yetersiz, sağlık çalışanları saldırganlara karşı idealist ve merhametli davranıyorlar ve ayrıca saldırganlar önemli bir ceza almıyorlar. Aslında sorunun nedenleri ve çözümleri basit ancak henüz bir somut adım atılabilmiş değil.

Eminim çok sık karşılaştığınız bir soru var sırada☺ Neden acil tıbbı tercih ettiniz? Eğer bugün sınava tekrar girseniz yine acil tıbbı mı tercih ederdiniz?

Benim acil tıbbı seçmemdeki en önemli amacım, Nisan 1995’de Tıpta Uzmanlık Sınavına (TUS) girdiğimde yurtdışındaki filmlerde seyrettiğim “Emergency Physician” karakterleri gibi olmak ve bu branşta öncülük etmekti. Sonrasında 1988 yılında tıp fakültesinde öğrenci iken, geçirmiş olduğum bir SVT atağı esnasında sedasyon/analjezi yapılmaksızın 3 kez ardışık kardiyoversiyon yapıldı. O korkuyu ve elektroşokun ağrısını hala hissederim. Acil tıptan önceki dönemlerin ne kadar kanıt dışı tedavileri kapsadığını sizler bilmezsiniz. Ben bu alanda bilim insanlarına olan ihtiyacı o dönemde kendim yaşadım ve gördüm.

Kaç yıldır acil tıbbın içindesiniz?

Ağustos 1995 tarihinden beri.

Türkiye’deki ilk acil tıp hocalarından ve aynı zamanda Türkiye Acil Tıp Derneği yönetim kurulunda aktif rol almış birisi olarak geçmişten günümüze Acil Tıbbın gelmiş olduğu noktayı nasıl buluyorsunuz?

Acil Tıp uzmanlık programı Türkiye’de Tıp eğitimin yüz akıdır. Çok önemli bilim insanları bu 25 yıllık kısa süre içerisinde yetişmiştir ve önemli pozisyonlara gelmişlerdir. Türkiye Acil Tıp Derneği her zaman bir akademi havasında eğitim konularına öncelik vermiş, “kaliteli uzman” yetiştirmek konusunda liderlik etmiştir. Ne yazık ki, diğer kurumlar ilerleme konusunda bizim hızımıza yetişmekte ve özlük haklarımız gibi konularda daha gerçekçi çözümler bulmakta yetersiz kalıyorlar.

Acil Tıp Türkiye’de sağlık camiasının ve hizmetlerinin temelidir. Çünkü genel tıp bilen ve uygulayan tek uzmanlık dalı bizleriz. Tüm toplum ve yöneticiler bunun farkında ve sağlık sisteminin en önemli yükünü bizler taşıyoruz. Aslında, bu yük gücü de beraberinde getiriyor. Sadece bizim bazı temel hedeflerimizi daha net belirleyip gündemi daha sıcak tutmamız gerekiyor. Acil Tıp uzmanları olarak hızlı kavrayıp, hızlı düşünen insanlarız ancak, biraz da sabırlı ve ısrarcı olmak kendi uzmanlık alanımıza yakışır hakları elde etmek için mücadeleye küsmeden devam etmek gerekiyor. Çalıştığımız kurumları ve derneğimizi benimseyip sahiplenmeli ve gelişim için zaman ayırmalıyız.

Akademisyen olmaya nasıl karar verdiniz? Bu konuda sizi etkileyen neydi?

Ben hekim olmak kadar eğitmen olmayı, bilgiyi paylaşmayı da seviyorum. Üsküdar Amerikan Lisesi’ndeki öğretmenlerim bizlere çok iyi mentorluk yaptılar. Çalışkan ve idealist kadın örneğini çok güzel çizdiler. Özellikle yurtdışından gelen öğretmenler sayesinde akademisyenlik mesleği kafamda en ideal meslek olarak şekillenmeye başladı. İlk ihtisasım olan Farmakoloji anabilim dalında akademisyen olarak kadro bulamamış olmak, beni akademisyen olarak çalışmanın daha cazip olacağı Acil Tıp alanına itti. Gerçekten ihtisasa başladığım 1995 yılında Acil Tıp önü açık ve ilerlemeye müsait en doğru uzmanlık branşı idi. Şimdi geriye dönüp baktığımda, kendim için en doğru kararı verdiğimi görüyorum.

Yurtdışında bulunmuş, bağlantıları olan ve bazı etkinliklerde aktif görev almış birisi olarak Türkiye’deki akademisyenler ile yurtdışındakileri karşılaştırdığınızda eksiklerimiz nelerdir? Sizce istenilen noktaya nasıl gelinebilir?

Türkiye’de akademisyenliğin tanımı tekrar yapılmalıdır. Yurtdışında hizmet ve bilim işi tamamen ayrışmış durumdadır. Günde 500 hasta bakan acil tıp uzmanından akademik bir faaliyet bekleyemezsiniz. Özellikle ikinci ve üçüncü basamaklarda çalışan uzmanların hedefleri netleşmelidir. Akademisyenlik teşvik edilmeli ve akademik beklentisi olanlardan Ar-Ge faaliyetleri beklenmelidir. Performans sisteminin sonucu olan az hasta bakan acil tıp uzmanlarına daha az ödeme yapılıyor ya da sözleşmeli çalıştırılan acil tıp uzmanlarından yalnızca hizmet işi bekleniyor. Akademik işler ise doğal olarak maddi kaygılardan dolayı gençlerin ilgisini çekmiyor. Ayrıca çoğu camiada olduğu gibi akademisyen olmak ve adaletsiz akademik unvan dağılımı konusunda kaygılar da devam ediyor. Bu önemli kaygılar giderilmeli ve hak eden, gayret eden uzmanların akademik unvanlara ulaşabilmesi için önleri açılmalıdır.

Meslek hayatınızla ilgili olarak keşke şunu da yapmış olmayı isterdim dediğiniz bir şey var mı?

Yok sanırım

Hocam sizin aynı zamanda farmakoloji doktoranız olduğunu da biliyoruz. Her geçen gün tüm branşlarda yan dallar açılmaya devam ediyor. Sizce ikinci bir doktora özellikle akademisyenlik için gerekli mi? Yan dalların açılması ana bilim dalını nasıl etkiler?

Yan dalların açılması ana dallar için her zaman itici güç olmuştur. İkinci doktora programı ise kişisel gelişim için faydalı olur. Toksikoloji yan dal olarak mutlaka başlayacak ancak diğer uzmanlık branşlarından çok engel görüyoruz. En çok itiraz edenler ise Farmakoloji ve Anesteziyoloji anabilim dalları oluyor. Klinik toksikoloji doktorası yapan genç arkadaşlarımın sayısı çok az, çünkü Türkiye’de Klinik Toksikoloji Dokuz Eylül Üniversitesi dışında aktif değil. Yakın zamanda Gaziantep Üniversitesi’nde kurulan Klinik Toksikoloji bilim dalı iyi bir gelişme oldu. Ayrıca, mevcut acil tıp kadrolarının acil servisler dışında çalışmalarının devlet otoritesinde doğurmuş olduğu kaygılar nedeni ile şimdilik yan dal konusu yavaş ilerliyor. Tabii norm kadro hesapları da unutulmamalıdır. Unutmamak lazım ki, yan dallar kaçınılmaz bir süreç ve uzun süre engellenemez.

Genç acil tıpçılara yurtdışında okumayı veya bulunmayı önerir misiniz?

Öneririm. Kısa bir süre için gitmek bile vizyon kazandırıyor.

Bizzat hayatın içinde olmak, çoğu insanın hayatına dokunmak gibi stresli bir sürece ek olarak, hasta yoğunluğu, özlük haklarındaki problemler, malpraktis davaları ve hekime şiddet gibi nedenlerle boğuşmak zorunda kalan genç arkadaşlarımıza verebileceğiniz ufak tüyolar var mıdır?

Meslek örgütlerinden kopmayınız. Türkiye Acil Tıp Derneği gerek bilimsel gerek sosyal alanlarda yazılı veya sanal medyada her zaman üyelerinin ve takipçilerinin yanında olmuştur. Hepimizin sesi ve temsilcisi olarak gayretle ve ekip halinde çalışıyoruz. Tek sorun benim gibi daha eski nesil hocaların iş yükü ve zaman sıkıntısının olması. Genç acil tıp uzmanları ise bana yorgun ve bıkkın görünüyor. Aslında bizim onların enerjisine muhtaç olduğumuzu unutmasınlar. Herkes camiada bir işin ucundan tutarsa sesimiz daha yüksek duyulur. Özellikle gençler çalışma gruplarına girsinler, sosyal çevre edinsinler. İletişim kanallarınız açık olsun. Malpraktis davaları gibi konularda TATD hukuk desteği veriyor. Gerekirse avukatımız ile görüşsünler. Genç uzmanlarımız kendilerini daha iyi ifade edebilirlerse daha rahat yardım alabilirler. Bireysel olarak ise tavsiyem birer hobi edinsinler. Spor, sanat, kitap, gezmek, yemek yapmak, hayvan hakları, müze gezmeleri, el sanatları, yabancı dil eğitimi veya müzik aklınıza ne gelirse… Hobisi olmayan insanlar için acil servisin stresini boşaltacak ortam bulmak zorlaşır.

Röportajımızın sonuna geldik, teklifimizi kabul ettiğiniz için size çok teşekkür ederiz…

Hepinize mutlu ve huzurlu bir çalışma ortamı dilerim.

8 Mayıs 2019 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
TATDsosyal

Mitolojiden Bilime Müzik

by Mehmet Alp Akın 7 Mayıs 2019
written by Mehmet Alp Akın

Yazar: Altuğ Kanbakan, Akdeniz Tıp mezunu, Cerrahpaşa’ da acil tıp eğitimine devam etmekte. Delikasap Rock’n’Roll Kültürü Mecmuası’ nda yaklaşık on yıldır yazıp çizmekte. Acilde çalışırken ayyuka çıkan stresini Instagram’ daki EM Fun Facts hesabında kitleler ile paylaşarak üzerinden atmaktadır.

Tarihin tam olarak hangi noktasında mesleğimiz olan hekimlik başladı bilinmez ama ilk primitif hekimin de bir acilci gibi hayat kurtarmak için uğraştığı varsayımını çok seviyorum. Salt ‘acil tıp’ güzellemesi yapmak ya da yaptığımız işin daha ‘yüce’ bir anlam ifade etmesi için bir milat aradığımdan değil; aksine en doğal hekimlik işlevi olan hayat kurtarma çabasının bir parçası olmaktan duyduğum mutluluk nedeniyle bu varsayımı beğeniyorum.

Elbette bu yazının amacı, siz değerli okuyucuları benim neleri sevip sevmediğim konusunda sıkmak değil ancak bu hayat kurtarma çabasını farklı bir pencereden sizlere aktarmaya çalışmak; kabiliyetim dahilinde ise başka bir perspektif kazandırmak olacak.

1891 yılında, Alman cerrah Dr. Friedrich Maass’ın operasyona almayı planladığı dokuz yaşındaki bir hastasının kloroform inhalasyonu sonrasında meydana gelen pupiller dilatasyon ve siyanoz sonrası, ani bir refleks ile başladığı ‘ksifoid alandan’ ya da kendi deyişi ile kalp bölgesinden yaptığı; kompresyon ile siyanozun ortadan kalkıp pupiller dilatasyonun düzelmesi bir miladın başlangıcı olacaktı. Dr. Maass kompresyona, solunum hızında başlamayı düşünmüştü ancak yetersiz olduğunu görünce hızlanmıştı

O gün hastası ile ilgili olarak Maass şunları yazmıştı: “o anda hastanın öldüğünü düşünmeliydim. Buna rağmen, heyecanımın doruk noktasında, kalp bölgesine doğrudan kompresyona başladım. Hızlı ve güçlü bir şekilde çalıştım. Pupiller hızla konstrikte oldu ve büyük bir hızla devam ettiğimde hemen küçüldüler ve duraklamalar sırasında, yavaşladım, gasping tarzında solunma tekrar başladı”(1).

Bu insanlık için küçük adım, 1960’lara gelindiğinde American Heart Association (AHA) tarafından sistematik olarak ele alındı ve bugün kullanmakta olduğumuz algoritmaların atasını oluşturan ağızdan-ağıza solutma ve göğüs kompresyonunu teşvik eden yayınlara dönüştü. 1963 yılına geldiğimizde ise AHA,  ilk KPR kılavuzunu, daha doğrusu ilkelerini yayınladı. Hekimlik pratiğimizin baş köşesinde duran ABC yaklaşımı da bununla başlamış oldu diyebiliriz.

Belki de Anglo-Amerikan tıbbi yaklaşımının da alameti farikası haline gelen bu kılavuzdan sonra elbette yıllar içinde büyük değişiklikler yaşandı. Kanıta dayalı tıp yaklaşımının objektif gücü ile şekillenen kılavuzlar aracılığı ile kompresyonun ne denli önemli olduğu bilgisi edinilmişti. İşte tam burada bizim hikayemiz başlıyor.

Hekimlik hayatımızdaki ‘hayata döndürme’ çabasının daha popüler bir konu haline gelmesi ile ilk müdahalenin yaygınlaşmasının önemi arttı. 1960’lı yılların başından itibaren kardiyopulmoner resüsitasyonun yapılması teşvik edilirken bir yandan da bilimsel gelişmeler ışığında tekrar güncellenmesi gündemdeydi. 1972’de ise Amerika’nın Seattle şehrinde ilk kez yapılan toplu KPR eğitimi sonrasında bu hayati müdahalenin toplum tarafından daha da bilinir hale gelmesi hedefler arasında yer aldı.

Bu yazının konusunu oluşturan asıl olay ise, 2005 yılında Hawaii Üniversitesi’nde pediatrik aciller konusunda uzmanlaşmış Dr. Alson Inaba’nın bir önerisi oldu. AHA’nın tanıklı kardiyak arrest olgularında erkenden müdahale için insanları bu konuda eğitme hedefi zaman içerisinde oluşmuştu. Dr. Inaba, tıp fakültesindeki bir KPR eğitimi için sıkıcı slaytlar yerine bir skeç hazırlarken, aklına dakikada 103 vuruş sayısına sahip ‘o’ şarkı gelmişti (2). Yaptığı etkili ve dikkat çekici eğitim sonrasında bunu AHA’ ya sundu ve önerisi kabul edildi. Böylelikle 2008 yılında, AHA’nın “Hands-Only CPR” sloganı ile Bee Gees’in popüler disko ritmi ‘Staying Alive’ hayatta kalmanın simgesi haline geldi.

Günümüz tıp eğitiminde de kendine büyük bir yer edinen resüsitasyon eğitiminin bir müzik parçası ile daha da göz önünde olması büyük bir gelişme kanımca. Zira insanlığın ilkel dönmelerinde sağlık kavramının bir parçası olan müzik, ritualistik uygulamalarda kendine yer edinmişti. Antik Yunan mitolojisinde sağlık tanrısı olan Asklepios’ a atfedilen özelliklerden biri de müzik (ya da doğa sesleri – eldeki verilerin yetersiz olması nedeniyle kesin bir yorumda bulunamıyoruz) aracılığı ile hastalıkları iyileştirdiği yönünde idi.

Müziğin toplumsal hayattaki yeri, şüphesiz salt mitler ya da günümüz eğlence sektöründen ibaret değil. Müzik aynı zamanda toplumsal değişimlerin bir parçası olarak karşımıza çıkmakta. Bu konuda en iddialı savlardan biri Fransız akademisyen ve ekonomist Jacques Attali’ye ait. Attali, 1977 yılında yayınladığı kitap (3) ile; Para, İktidar ve Müzik kavramları üzerinden insanlık tarihini yorumlamıştı.

Bu yorumlamada insanlık tarihindeki üretim-iktidar ilişkilerinin müzik değişimi ile ilişkili olduğunu; hatta müzik üretim biçimlerinin değişiminin iktidar-üretim ilişkilerini öngördüğünü savunmuştu. Detayları belki başka bir yazıya kalabilir ancak kitabın ilk bölümünü oluşturan “kurban edimi” kısmını bu yazı için dikkate değer buluyorum.

Kurban edimi, bir kefareti; ödenmesi gereken borcu ve sonrasında kavuşulan iyileşmeyi ya da katarsisi (arınmayı) ifade eder. İnsanlık tarihinin her basamağında bu kurban edimine rastlanır. Tanrıların hiddetinden kaçınmak için verilen kurban edilen bireyler; günümüzde ise bir açıdan pek çok sanat dalı ve kimi zaman spor, toplumsal ve iç şiddetin baskılanması için yapılan birer eğretilemedir. Attali’ nin gözünden de müzik bir eğretileme aracı olarak gösterilir. Müziği, gürültünün karşısına koyar ve bireysel-toplumsal ayaklanmanın, kuralsızlığın ehlileştirilmesi, bastırılması olarak kodlar. Aynı, rahip-doktorlar tarafından  bedensel bozuklukların giderilmesi için harmoninin; müziğin kurban edilmesi gibi. Ya da Aristoteles’in Poetika’ sındaki “Tragedyalar katarsis sağlar” ve “müzik, eğitim ve arınma için kullanılabilir” düşüncelerinden hareket edelim. Kendi trajedilerinin baş aktörleri olan arrest vakalarımız için en büyük arınma hayata tekrar bağlanmak; biz hekimler de bunun için eğitilirken tüm bunların ortasında neden müzik yer almasın?

Bu düşünsel egzersiz bir yana, elbette ‘tedavi’ maksatlı müziğin yerini akıl yürütme; analitik düşünce ve modern tıbbın başlangıç noktası olan bilimsel yöntem aldı. Yine de yaşam ile ölümün bu denli yakın olduğu bir anın –kardiyak arrestin- yönetiminde de kendine yer edinmiş müziğin öyküsü gerçekten dikkat çekicidir. Yoksa sadece tuhaf bir tesadüf mü?

Kaynakça:

  1. Figl M, Pelinka LE, Mauritz W. Resuscitation great Franz Koenig and Friedrich Maass. Resuscitation. 2006;70:6–9.
  1. JABSOM News (7 Haziran 2012) FACULTY: UH Pediatrics Professor Alson Inaba Takes Center Stage at “Stayin’ Alive” National CPR Awareness Week Event [Web blog] Erişim Tarihi 14 Kasım 2018, http://jabsom.hawaii.edu/faculty-uh-pediatrics-professor-alson-inaba-takes-center-stage-at-stayin-alive-national-cpr-awareness-week-event/
  1. Attali, J. (2005). Gürültüden Müziğe: Müziğin Ekonomi-Politiği Üzerine. İstanbul: Ayrıntı Yayınları ISBN:975-539-445-1
7 Mayıs 2019 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
Newer Posts
Older Posts

Hakkımızda

  • Üyelik Başvuru Formu
  • Kurumsal Kimliğimiz
  • Gizlilik Politikası

Bize Ulaşın

  • Mustafa Kemal Mahallesi Dumlupınar Blv. No:274 Mahall E Blok Daire:18 Ankara
  • Telefon: (0312) 438 12 66
  • Email: bilgi@tatd.org.tr
@2024 – All Right Reserved. Designed and Developed by Themis
Facebook Twitter Instagram Linkedin Youtube Email
Acil Tıp Bülteni
  • Home
Giriş

Çıkış yapana kadar oturumumu açık tut

Şifrenizi mi unuttunuz?

Password Recovery

A new password will be emailed to you.

Have received a new password? Login here