Home Hobi Benim Dağcılık Hayatım, Dağcılık Hayatım Benim

Benim Dağcılık Hayatım, Dağcılık Hayatım Benim

by Mehmet Alp Akın
0 comments

Dağcılık insanların doğayı, yaşamı ve kendilerini tanımak için, kendi fiziksel ve psikolojik sınırlarını öğrenmek ve geliştirmek için doğada, kayada, karda, buzda, buzulda ve her türlü şartta ve koşulda dağların zirvesine ulaşmak amacıyla yapılan tırmanışların oluşturduğu bir spor dalıdır.

Çok yüksek bir azim ve sabır gerektirir ve karşılaşılabilecek her türlü zorluğun ve engelin üstesinden gelebilecek tecrübe, beceriye, fiziksel ve mental dayanıklığa sahip olmayı gerektirir. Hepsinden önemlisi de dağın doğasını iyi bilmeyi gerektirir. Riskleri iyi hesaplamanız, tehlikeleri önceden sezmeniz, çok kararlı olmanız ama bir o kadarda ne zaman vazgeçeceğinizi iyi bilmeniz gerekir.

Yazar: Mücahit Avcıl, 1977 Dinar doğumlu olan sayın Avcıl, lise yıllarında başladığı doğa gezilerini çok sevmesi üzerine, 1996 senesinde tıp öğrenimi için girdiği Ege Üniversitesi’nde “Dağcılık” eğitimleri aldı. Yaşamındaki haraketlilik ve “adventuristlik” uzmanlık seçimine de yansıyarak tüm tercihlerini “Acil Tıp” yaparak girdiği tıpta uzmanlık sınavı sonrası Süleyman Demirel Üniversitesi Acil AD.’ da araştırma görevlisi olarak uzmanlık öğrenimine başladı. Aynı zamanda satranç oynamayı da çok seven sayın Avcıl Aydın Adnan Menderes Üniversitesi Başhekimliği ve Rektör Danışmanlığı görevini üstlenmiş, 2017 Yılında “Doçent” ünvanı almaya hak kazanmıştır. Halen, Aydın Adnan Menderes Üniversitesi Acil Tıp AD’ da Akademik görevine devam ettirmektedir.

1786’ da Balmat ve Packard’ın Mont Blanc’a tırmanışı dağcılığın başlangıcı sayılır. 1870’ e gelindiğinde Avrupa’nın tüm zirvelerinin tırmanışları tamamlanmış ve dağcılar, Himalaya, And, Kafkas ve Kuzey Amerika dağlarına yönelmişlerdir. 20. yy. da ise dağcılık birçok ülkeye yayıldı ve Himalayalar ile diğer Asya dağları ilgi çekmeye başladı. 1953’ de “Edmund Hillary ve Tenzing Norgay” 8850 m. ile dünyanın en yüksek zirvesi olan Everest’ e tırmanmayı başardılar. 1960’lı yıllarda ilk tırmanışları tamamlanan dağların zor rotaları denenmeye başladı ve bu tırmanışlar başarıyla gerçekleştirildi.

Dağcılığa ilgi duymam lise yıllarında başladı. Askeri eğitimi bırakarak mahallemize gelen bir abimiz ile vakit geçirmeye bayılır olmuştuk. Bu kişi o zaman için işsizdi ve tüm gününü yüksek yoğunluklu egzersiz yaparak geçiriyordu. Fiziksel olarak olarak çok iyi durumda idi. O zamana kadar gördüğümüz en fit, en güçlü ve en dayanıklı kişi idi. O’nunla antrenmanlara başladık. Önce spor salonu ve koşu pistinde zor ve sınırları zorlayıcı egzersizler yapıyorduk. Daha sonra, o zamanlar yaşamakta olduğum Afyonkarahisar’ın Hıdırlık tepesinde bulunan ikiyüz basamaklı beton merdivenlere gitmeye başladık. Bu merdivenleri tek ayak ve çift ayak zıplayarak çıkıyor ve iniyorduk. Bacaklarımızdaki yanmanın verdiği acıyı kalbimize gömüp  O’na yetişmeye çalışıyorduk. Kalp atışlarımız iki yüzleri vururken (şimdi kırk yaşındayım ve kalplerimizin buna nasıl dayanabildiğini bilmiyorum) yüksek doz endorfin ve diğer stres hormanlarına alışmaya başlamıştım sanırım. Daha sonra hafta sonları sabah erkenden buluşup sırt çantalarımıza koyduğumuz ekmek arası peynir domates, sade gazozlu içecekler ile Hıdırlık tepesinin arkasında bulunan uzak köylere doğru yürüyüşlere başladık. O uzun yürüyüşlerde yediğim ekmek, ciğerime çektiğim temiz ve soğuk hava, o tarifsiz manzaralar beni kendine aşık etti. Hafta sonlarını iple çekmeye başladım. O senenin sonunda Ege Üniversitesi Tıp Fakültesini kazandım ve kayıtta bana verilen tanıtım kitapçığında “DODAK” yani Ege Üniversitesi Doğa Ve Dağcılık Kulübünü  gördüm. Tabi okula başladıktan sonra ilk işim bu kulübü bulup kulüptekiler ile tanışmak oldu. Bir yıl süren bir eğitim verdiklerini ve her ay elemelerin olduğunu söylediler. Kayıt oldum ve derslere başladım. Çok yoğun ve disiplinli bir eğitim vardı. 115 kişi ile başladığımız eğitime yıl sonunda 17-18 kişi ile devam eder olmuştuk.

İlk yaz kampı (dağcılıkta eğitimler temel yaz eğitimi, temel kış eğitimi, kaya eğitimi, kar buz eğitimi gibi safhalara ayrılır, sonra bunların ileri eğitimleri olur) Mahmut dağında idi ve mevsim sonbahardı. Soğuk bir gece geçirecektik. Bir hafta öncesinden uyku tulumu ve kıyafet alışverişine gittik. Çok heyecanlı idim ve dağcılık mağazasına ilk girdiğimde şekerci dükkanına girmiş bir çocuk gibi neşe ve hayret içinde idim. (Hala dağcılık mağazalarına girdiğimde aynı hisleri yaşıyorum) Tabi öğrenci olduğumuz için ancak tulum alacak paramız vardı, giyim kuşam için Kemeraltına gidecektik, bot, çanta ve diğer her türlü malzeme ise -toplama- olacaktı. Bu işe devam etmeyi kafama koyduğum için tüm arkadaşlarım daha ucuz olan sentetik uyku tulumları alırken ben görece daha iyi ısıtan ve daha hafif olan “kaz tüyü” uyku tulumu alacaktım.

Bu kamp benim için çok iyi geçti, artık dağcılık içimde iyice perçinlenmişti. Bu kampta ikinci günümüzün sabahında  bizi uyandırdılar ve çadırların ortasında çamların altındaki geniş eğitim alanına topladılar. Ortada bir dağcılık çantası ve çantanın sahibi olduğunu anladığımız bir bayan kursiyer duruyordu. Dağcılıkta, çanta yerleştirme kuralı olarak eşyalar çantaya dürülerek, katlanarak değil “tıkıştırılarak” konur. Eğitmenler bu bayan arkadaşımızın çantasını açtılar ve her şey son derece güzel katlanmış , dürülmüş kat kat dizilmişti. Eğitmenler bir saat bu çanta ve bayan arkadaşımızla dalga geçtiler, kızdılar ve azarladılar. En sonunda bayan kursiyer çantasını topladı ve ağlayarak kamptan ayrıldı ve bir daha kulübe uğramadı. Arkadaşımızın maruz kaldığı bu aşağılama çok uzun yıllar bana çok ağır ve gereksiz gelmişti. Ama daha sonra bu trajik olayı dağcılık mantığı ile anlamaya başladım. Dağcılık şakaya gelecek bir şey değildi!!! Her kural çok önemli ve kanla yazılmıştı! O kıyafetler katlı değil tıkıştırılarak konulacak denildi ise öyle yapılmalı idi. Yoksa sonu ÖLÜM olurdu.

İkinci kampımız kış temel eğitimi içindi ve Uludağ’da idi. Biz yine Kemeraltı’nda alışverişe gittik. Daha soğuk-ciddi soğuk olacaktı. Saf yün içlikler, yağmurluk ve bize eğitimlerde “polar”  diye bir malzemeden bahsetmişlerdi, onu arayacaktık. Arayacaktık diyorum çünkü şu an pazarda yada köşedeki markette bile mevcut olan polar malzeme o zamanlarda bulunamıyordu. (yıl 1997) Üç arkadaş tüm Kemeraltını aramamıza rağmen polar bir kazak yada mont bulamamıştık ve ümitsiz bir şekilde girdiğimiz son mağazada büyük bir tel sepet içindeki kıyafet yığınını deşerken bulduk. Tabi o malzemenin polar olduğunu satış görevlileri de bilmiyordu.

Bu kampa katılmama ailem izin vermediği için ve son birkaç gün kala onları ancak ikna edebildiğim için çadır paylaşım toplantısını kaçırmıştım. Ben son kişi olarak “bivak” lıyacaktım. Bu tabirle derslerde tanışmıştım ama bana bu kadar şey öğreteceğini tahmin bile edememiştim. Çadırınız olmadığında yada fırtına vs. gibi bir nedenden çadırsız-barınaksız kaldığınızda uyumadan sıcak bir şeyler içerek su geçirmez bir malzemenin (bivak torbası denir) içine serdiğiniz uyku tulumunuz içinde sabahlama işine bivaklama denir. Kampa giderken önce hayatımın en kötü yolculuklarından birini geçirdim. Küçücük bir midibüs ile izmir’den uludağ’ a ulaştık. Sonra Uludağ’ın o kalabalık ve “Urban” kokan oteller bölgesinden yürüyerek uzaklaştık ve insan kargaşası yerini “beyaz yanlızlığa bıraktı. Mutlu idim. Sırtımda çanta ile karda yürümek bana garip bir haz veriyordu. Bu duyguyu tarif edemiyorum ama okuyuculardan bazıları anlayacaktır.

Dağcılıkta yürüyüş kuralları vardır. Tek sıra yürünür, belli bir miktar aralık bırakılır, izler bozulmaz (karda önünüzdeki kişinin basarak oluşturduğu ize basılır, herkes aynı ayak izine basar)  yaklaşık 50 dakikada bir mola verilir ve sıcak bir şeyler içilir, kuru yemiş ve şekerli gıdalar atıştırılır.

Diğer bir kural ise (dağcılığın en önemli kuralı) lider’e tabi olunur, emirlerine karşı gelinmez.

Kemeraltı’nda güzel bir yağmurluk bulamadığım için panço almıştım. Sulu sepken (sulu kar) yağmaya başladığında çantamdan pançomu çıkardım ve giydim. Bir süre sonra lider yanıma geldi ve pançomu çıkarmamı, panço üzerimde iken kayacak-düşecek olursam yamaçtan aşağı kendimi durduramıyacağımı ve kendimi uçurumun dibinde bulacağımı söyledi. Mecburen liderin emrine uydum ve çıkardım. Kamp alanına varana kadar üzerimdeki elyaf mont ıslandı ve çadırları kurarken kenara bıraktığım yerde donarak bir kalıp halini aldı. (Bu montum ancak İzmir’e dönüp evdeki sobanın başına serdiğimde kurudu) En kalın kıyafetimi kaybetmiştim. Tüm arkadaşlarım çadırlarını kurdular ve çadırlarına serdikleri sıcacık tulumlarına girdiler. Banada bir yırtık eski sentetik torba vermişlerdi. Karın üstüne bu torbayı serdim. İçine matımı ve kaz tüyü uyku tulumumu serdim. Kaz tüyü ve sentetik uyku tulumları arasındaki ana fark kaz tüyü uyku tulumları hafif, az yer kaplayan , daha iyi ısıtan uyku tulumları olmasına rağmen ıslandıklarında kaz tüyleri arasındaki statik itme kuvveti hızla yok olduğu için tüm ısıtma yeteneklerini kaybederler. Sentetik tulumlardaki elyaf malzeme ise lifleri arasında statik bir itme olmaksızın kabarık dururlar ve lifler arasında hapsolan hava yalıtımınızı sağlar. İşte benim tulumum kaz tüyüydü ve iyi olmayan bivak torbası nedeni ile ıslanarak kabarıklığını kaybetti ve ince bir muşambaya dönüştü. (uyku tulumunu da kaybetmiştik) Birkaç saat daha yanımdaki termosta bulunan  çayı içerek sıcak kalmaya çalıştım ama gece 3 civarı artık üşüme hissim yavaş yavaş titremeye dönüştü. Artık dayanamayarak bivaktan çıktım ve liderin çadırına gittim. Uyandırdım. Durumu anlattım ve böyle devam ederse hipotermiye gireceğimi söyledim. Beni çadıra aldılar, lider benimkinden çok daha kalın olan kaliteli uyku tulumundan çıktı ve üzerimize yorgan gibi örtündük. Kısa bir süre sonra vücudum ısınmaya başladı ve hayatımın en güzel uykusuna daldım. Sabah uyandığımda son derece dinçtim ve kendimi iyi hissediyordum. Bana klasik hipotermi bakımı başlattılar. Beni o uyku tulumunun içine yatırdılar. Sürekli yiyecek sıcak çikolata ve sıcak şekerli içecekler getirdiler. Ben kendimi iyi hissetmeme rağmen sesimi çıkarmadım ve hem iyice dinlendim hem de güzel bir besiye çekilmiş oldum. Sonraki günler çok iyi geçti, hep dinç ve ekip arkadaşlarımdan daha iyi durumda idim. Pek çok kursiyer hastalanırken ve hipotermiye girerken ben gayet iyi bir kondisyonda idim. Kampın son günü lider ve kıdemliler zirve yaptılar ve biz kursiyerler de onlara yer ekibi olarak yardımcı olduk. Kamp bitti ve sağ salim İzmir’e döndük. Kampta ilk gece yaşanan bu “tulumumun ıslanması” ve tamamlayamadığım bivak eğitimi nedeni ile, yönetim beni de kulüpten çıkarma kararı almak istedi. Yoğun ve şiddetli savunmamdan sonra kulüpte kaldım ve bu olaydan yaşamım ve dağcılık alışkanlıklarım için hayati tecrübeler çıkardım;

Tüm ihtimalleri hesapla, kötüye hazırlıklı ol, iyi plan yap, malzemeni gözün gibi koru, aklını kullan, önemli olan hayatta kalmaktır, insan davranışlarını iyi tahmin et, dağın-doğanın şakası yoktur işler bir anda kötüleşebilir, en kaliteli malzemeyi kullan, çok yönlü-işlevli malzeme kullan, başkasının hazırlığı ile dağa-yolculuğa çıkma, başkalarına güvenerek iş yapma, her zaman zinde ol, her malzemen suya dayanaklı olsun, çok iyi ön araştırma yap, şehirde bir gram dağda bir kilodur, deneme yanılma en pahalı öğrenme yoludur, dağ faliyeti evde başlar evde biter, barışta ter dökmeyen savaşta kan döker, sade ve etkili ol!

Bu eğitimlerden birkaç sene sonra artık bir hayli tecrübe kazanmıştım, malzemelerim hala çok kötü idi ve ilk kez ölümle yüzleşeceğim bir tırmanışa, Niğde Demirkazık zirvesi şubat-kış tırmanışına gidiyordum. Dağın eteklerinde kurduğumuz ilk gün kampının gecesinde yola çıktık (çoğu tırmanış yürüyüşü gece saat bir iki gibi başlar, sabaha kadar yürünür ve zirve yapılıp öğlene kadar geri dönmüş olunur) ve 12 saat süren yürüyüş ile dizlerimize kadar batan karda öğlene doğru ilk kamp yerine vardık ve dinlenmeye geçtik. Yine gece yarısı yürüyüşe başladık ve kimi yerde ayaklarımız yere-toprağa değmediği halde kara otura otura ve kürekler ile yol aça aça, ağır  bir mücadeleden sonra öğlen saatlerinde ikinci kamp yerine ulaştık.

Oradan sabah zirveye doğru haraket ettik. Çok güzel bir havada yürürken zirveye 300 metre kala yukarıdan bir anda bulutlar geçmeye başladı ve lider zirve yürüyüşünü iptal edip bizi kuytu bir alana yönlendirdi. Biz buna bir anlam veremedik, zirveye çok az kalmıştı, hava güzeldi, niçin bu kadar yaklaşmışken zirve yapmıyorduk? Biz bunları düşünmeyi bitirmeden hava patladı, yüzümüze çarpan buz tanecikleri balaklavanın altından canımızı acıtıyor, yandan esen şiddetli rüzgar ayaklarımızı iterek çapraz adımlar atmamıza neden oluyordu, göz gözü görmüyor ve nefes almakta zorlanıyorduk. Güç bela düzlüğe ulaştık ve fırtınada çadırlarımızı kurduk. İçeride sıcak tulumlarımıza girip yiyip içmeye başladık. İlk başta her şey çok güzeldi. Ama fırtına durmak bilmiyordu. Liderin emri ile her çadırda bir telsiz vardı ve bataryaları korumak için saat başı sadece üç dakika açıp durumumuzla ilgili bilgi veriyorduk. Çadırların arası dört beş metre olmasına rağmen diğer çadıra gidemiyorduk. Dışarı çıkınca göz gözü görmüyor, ne kadar kalın giyinmiş olsak bile bir iki dakika sonra içimiz titremeye başlıyordu.  Dışarı çıkamadığımız için tuvaletimizi çadırın bagaj denilen ve oturma alanımızdan fermuarlı bir tül ile ayrılan yarım metrekare alana(yani çadırın içine) yapıyorduk. Saatler sonra yiyeceğimiz ve yakıtımız tükenmeye başladı. Dağda sıvı alımı, özellikle sıcak sıvı alımı elzemdir ve ana kurallardan biridir. Su, kış dağcılığında, benzin ocaklarında kar eritilerek elde edilir. Yakıtınız olmazsa suyunuz da olmaz, dehidrate kalırsınız ve içten ısınmadığınız için hipotermiye girersiniz. Fırtınanın başlamasından 24 saat geçmişti. Yakıtı çok iktisatlı kullanıyorduk. Yemek azaldığı için çadıra ilk girdiğimizde tükettiğimiz yiyeceklerin çöplerini açtık ve iyi sıyrılmamış krem peynir kutusunu parlatana kadar sıyırdık ve yaladık. Susamlı kırekerlerin poşetinin dibinde kalmış susamları yedik. Artık ölüm korkusu hissetmeye başlamıştık. Sinirlerimiz çok gerilmişti. Üç kişilik küçük çadırımızda çok basit nedenlerle kavgalar çıkamaya başlamıştı. En iyi bildiğimiz şey ise kimsenin bizi kurtaramıyacağı idi. Bu havada helikopter uçamazdı ve bu irtifayada hiçbir helikopter çıkamazdı. Biz çok zor bir yürüyüş ile 3 günde bu irtifaya çıkmıştık ve bunun üstüne geçtiğimiz yollara 30 saattir de kar yağıyordu.  Hiçbir insanoğlu bizi bir haftadan önce bulamazdı. Bizim psikolojilerimiz dağılmıştı, ölüm korkusu yaşıyorduk, sevdiklerimiz gözlerimizin önünden geçiyordu Bunları düşündüğümüz bir zamanda telsiz görüşmemizin zamanı gelmişti ve telsizi açtığımızda liderin çadırındaki kişilerin şakalaştığını, kahkahalar attığını, normal yaşamlarına devam ettiklerini, duyduk.. O neşeli sesleri duyduktan sonra bir anda durumumuzu realize ettim, bu fırtınanın dağda normal olduğunu, durumun kötü olduğunu ama en kötüsü olmadığını, ölüm riskimizin olduğunu ama henüz sandığım kadar ölüme yaklaşmadığımı düşünmeye başladım. Bu değişim inanılmazdı. İnsan psikolojisinin aynı durumlara çok değişik tepkiler verebileceğini gördüm. Artık anksiyetem gitmiş ve uyku tulumumda yapılabilecekleri hesaplamaya başlamıştım. Fırtına 36. Saate yaklaşırken liderden fırtına dinse de dinmese aşağıya inişe geçeceğimiz haberi geldi. İki saat sonra yola çıkacaktık. Hummalı bir çalışma ile su ısıtmaya ve hazırlık yapmaya başladık. Bu fırtınada yola çıkarsak birkaç saat içinde ya kaybolacak yada yürürken hipotermiye girecektik. Kendimi ve çadırımda birlikte kaldığımız ev arkadaşımı kurtarmaya kararlı idim. Bu 17 kişilik ekipten iki kişi kurtulacaksa onlarda biz olacaktık. Kendimi ve arkadaşımı hazırladım ve ölüm yürüyüşümüz başlamak üzereydi. Sempatik deşarjımız belirgin düzeyde artmış idi, ağzımız kuruyor ve ellerimiz titriyordu. Sonra bir anda bir mucize oldu ve fırtına kısa bir sürede azalarak durdu. Hepimiz çadırlardan çıktık ve tüm gücümüzle çadırları topladık. İnanılmaz derecede sevinçli idik ama kimse kimse ile konuşmuyor bir an önce o dağdan kaçmak istiyorduk. Henüz bitmemişti. Daha pek çok tehlike vardı. Yürüyüşe geçtikten birkaç saat sonra bir çığ parkuruna geldik. İki yüksek tepenin arasındaki bir yamaçtan yatay olarak geçmek zorundaydık ve çığ kurallarına göre bu eğim ve yeni yağmış kar yüksek çığ riski barındırıyordu. Çığın altında kalmak ise %99,9 ölmek demekti. Burası 50 metrelik bir geçişti. İlk kişi çığ parkurunun ortasına geldiğinde diğer kişi çıkıyordu. 17 kişinin burayı geçmesi saatler sürecekti. Bekleyenler için hipotermi riski vardı. İlk geçenlerde karşıda bekleyecekti. İlk kişinin açtığı ize basmak zorunda idik. İzleri bozamazdık yoksa kar sütunu kesilmiş olurdu ve çığ başlardı. 30 cm aralıklı izlere dikkatle basıyordum. Yolun ortasına geldiğimde sağıma yani dağ tarafına baktım. Ayağımın dibinden tepenin başına kadar uzanan kar sütunu pürüzsüz gözüküyordu. Tonlarca kar vardı. Bu kar  sütununun bir anda hareketlenip üzerime geldiği canlandı zihnimde. Tarifsiz bir korku ve dehşet yaşadım. Nevarki sakince ilerlemek zorunda idim. Ama içimden bir an önce oradan kaçmak yani koşarak karşıya varmak geliyordu. Bunu yaptığım an çığı başlatabilirdim, ama içgüdülerim koşmamı emrediyordu. Sonunda bu inanılmaz zihinsel savaşı kazandım ve sakince dikkatlice karşıya doğru yürümeyi seçtim. Bu alandan çığ düşmeden karşıya geçtik. İnişe devam ettik. Olabildiğince hızlı ama olabildiğince de dikkatli iniyorduk. Üç günde çıktığımız yolu toplamda 12 saatte inmemiz gerekiyordu. Kimse yoruldum demedi, kimse konuşmadı, kimse durmadı. Yürüyüşümüzün bitmesine dört saat kala, korkularımızın geçmeye başladığı sıralarda, bir başka olay yaşandı. Bir yamaçta üzerinde biz olduğumuz halde bastığımız zemin, bir futbol sahası büyüklüğünde bir alan kulakları sağır eden bir gümbürtü ile yarım metre kadar göçtü. Bir süre nefes alamadığımı hatırlıyorum. Sonrasında çığ yada toprak kayması olmadı. Ama bu korku yorulmuş ruhlarımıza ağır geldi..

Bu 12 saat hayatım en uzun 12 saatiydi ve bu 12 saatte yürüdüğüm yol hayatımın en uzun yolu idi. Hiç bitmeyecek sandım. Tabi ki yeni dersler çıkardık. Dağın şakası yoktu, yüksek irtifa dağcılığı korkunç tehlikeli idi, insan psikolojisi aynı durumlara farklı tepkiler verebiliyordu, cesaret korkmamak değil korktuğun halde gerekenleri yapabilmekti, her türlü ihtimali daha iyi hesaplamak gerekti, hafif ama  yeterli malzeme hayatta kalmanı yada aksi ölmeni sağlayabilirdi, son ana kadar hayatta kalma azmini kaybetmemeliydim, herşey kötü giderken bir anda güneş açabilirdi, en korkulu ve dehşete kapılmış anda bile sakinliğini koruyabilmek en büyük hayat becerilerinden biri idi, sevdiklerini düşünerek ölümle yüzleşebilmek büyük bir yürek istiyordu ve tabi Dağcılık tehlikeli bir spordu…

Bu dağdan indikten sonra yaşananları tekrar tekrar düşündüm ve yüksek irtifa dağcılığını bırakmaya karar verdim. Dağcılığı çok seviyordum ama uğrunda ölecek kadar değil. Ayrıca sevdiklerimle yaşamayı daha çok seviyordum. Bu yıllardan sonra önce TUS, sonra asistanlık hayatı, evlilik, sonra zorunlu hizmet ve akademisyenlik derken Dağcılığa uzun süre ara vermiş oldum. Bu yıllarda sadece basit trekkingler yaptım dostlarımla. Yaklaşık 10 yıl bu şekilde geçti. Daha sonra Adnan Menderes Üniversitesi Acil Kliniğinde akademisyenlik kadrosu bulup AYDIN’a taşındım. Artık hayat koşuşturmacası bitmişti. Yerleşik hayata geçmiştim. Burada yürüyüş ve doğa sporları kulüpleri ile tanıştım. Eşim ve ben hiking denilen günübirlik yürüyüşlere başladık. Doğada yürümek ikimizede çok iyi geliyordu. Haftasonunu iple çekiyorduk. Ve yine çantamda taşıdığım soğuk sandeviç, ciğerlerime çektiğim temiz ve soğuk hava ve gözlerimin gördüğü eşsiz manzaralar beni kendine çekmeye başladı.  Sonunda tövbemi bozdum ve tekrar yüksek iritifa dağcılığına başladım. Son beş senede Ağrı dağı tırmanışı dahil sayısız zirve tırmanışı, kaya tırmanışı, ipli ve makaralı iniş ve kurtarma eğitimleri, spor tırmanış, alpin tırmanışlar gerçekleştirdim.(resim 3,4,5) Bu son yirmi yılda edindiğim tecrübe ve yetenekler her bir faaliyette benim hayatımı kurtardı yada işimi kolaylaştırdı. Günlük hayatımda ve mesleğimde olumlu yönde etkiledi. Bir yolculuğa çıkarken en hafif ama yeterli malzeme ile çıkıyorum. Ve yolda aracım kara saplansa en az bir hafta yaşayabilecek durumda olduğumu bilerek yola çıkıyorum. Günlük kıyafetlerim çok işlevli, fonksiyonel rahat hafif kıyafetler oluyor. Katater takarken bu riski alıp alamayacağımı hesaplıyorum.

Dağcılık ile hayatımın merkezini kaplayan acil uzmanlığı arasında hep bir takım benzerlikler bulmuşumdur. Öncelikle her ikisi de eğlenceli, hareketli, heyecanlı ama çeşitli riskler barındıran branşlardır. Ne kadar risk alacağınıza karar verirsiniz. “Kabullenilebilir ( acceptable) risk” kavramı vardır. Bir hastayı evine gönderirken, bir girişimsel işlem yaparken  yada dağda bir rotaya gireceğiniz zaman, çaprazınızdaki kaya çıkıntısına uzanacağınız zaman, kitabi bilgilere, geçmiş tecrübelerinize, riskin yaptırımlarına ve mizacınıza göre bir risk alırsınız. Eğer adventurist bir yapınız varsa kabullenilebilir risk marjınız biraz daha fazladır. Daha sağlamcı iseniz hastayı evine göndermeden önce birkaç fazla tetkik daha yapıyorsunuzdur yada girişimi konsultan hekime bırakmayı yeğliyorsunuzdur.  

Dağcılık ta aynı acil gibi iyi bir teorik eğitim, karar verebilme yeteneği, karmaşık ve riskli zamanlarda kendini ve ekibi yönetebilme yeteneği, malzeme bilgisi, deneyim, kondisyon, pek çok farklı konuda bilgi sahibi olma gerekliliği, uyum yeteneği, nerede devam etmen nerede durman gerektiğini bilmen, ekip çalışması, risk alabilme gibi pek çok ortak meziyet gerektirir.

Dağcılık serüvenimde son durum nedir benim için? Şu an bu yazıyı, üç ay önce Kaçkar dağlarında geçirdiğim elim kaza sonucu oluşan femur fraktürümün bana verdiği ince sızı eşliğinde yazıyorum.(resim 6) Kaza nasıl mı oldu? Bunu daha sonra anlatmak istiyorum. Yedi saat süren kurtarılma operasyonumda ve sonraki süreçlerimde,  eşimin ve ailemin yaşadıklarını tarif etmem zor. Sevdiklerimi çok üzdüm ve bende çok korktum. Şu an önümde Schrödinger’in kedisinin durumundan daha karmaşık sorular var;

Ölümden döndüğüm bu elim kaza sonrası dağcılığa yine bir 10 yıl ara mı vereceğim? Yoksa artık jübile yapmanın zamanı mı geldi? Ya da dağcılık “ zirveye ulaşabilmek için önüne çıkan engelleri aşabilme becerisidir” deyip bu yaşanan elim olayı da aşılması gereken bir engel olarak görüp zirve peşinde koşmaya devam mı etmeliyim?

You may also like

Leave a Comment