Acil Tıp Bülteni
  • Hakkımızda
    • Hakkımızda
      • Önsöz
      • Yayın İlkeleri
    • Künye
      • Dergi Ekibi
    • İletişim
  • Gündem
  • Hobi
  • Röportaj
  • Seyahat
  • Sizden Gelenler
  • Sayılar
  • İletişim
Aidat Ödemesi Bağış
Acil Tıp Bülteni
  • Hakkımızda
    • Hakkımızda
      • Önsöz
      • Yayın İlkeleri
    • Künye
      • Dergi Ekibi
    • İletişim
  • Gündem
  • Hobi
  • Röportaj
  • Seyahat
  • Sizden Gelenler
  • Sayılar
  • İletişim
  • Üye Girişi
Perşembe, 29 Mayıs, 2025
Son Yazılar
Sağlıkta Şiddet Yasası
Güzel Şehir Van
Ocak 2025 sayımız çıktı. İyi okumalar.
’Bilimin Işığında’ Projesi Devam Ediyor
Bol Sosyal Programlı Özlenen Kongre
Acil Tıp Bülteni
Acil Tıp Bülteni
Aidat Ödemesi
  • Hakkımızda
    • Hakkımızda
      • Önsöz
      • Yayın İlkeleri
    • Künye
      • Dergi Ekibi
    • İletişim
  • Gündem
  • Hobi
  • Röportaj
  • Seyahat
  • Sizden Gelenler
  • Sayılar
  • İletişim
Copyright 2024 - All Right Reserved
SeyahatSizden GelenlerTanıtımTATDsosyal

Troya Kültür Yolu Tarih, Doğa ve Kültürün İzinde Truva’dan Asos’a

by İbrahim ALTUNOK 27 Nisan 2022
written by İbrahim ALTUNOK

Likya yolu, Karia yolu, St Paul yolu derken 2019 yılında tarih, doğa ve kültürün izinde Truva’dan Asos’a sloganıyla ülkemize kazandırılan yürüyüş yolu Troya kültür rotasını ve deneyimlerimi sizlerle paylaşacağım.

2018 Troya Yılı kapsamında Çanakkale Tarih ve Kültür Vakfı (ÇATKAV) tarafından Çanakkale Valiliği ortaklığında oluşturulan yürüyüş ve bisiklet yollarını içeren 120 km uzunluğundaki uluslararası standartlara uygun bir yoldur. Yolun kendi mobil aplikasyonu olması ve bu aplikasyon içerisinde tarihi alanların, köylerin, yemek yenebilecek yerlerin, marketlerin tek tek işaretlenmiş olması bu yolun oluşturulmasında ne kadar büyük emeğin olduğunun göstergesi.

Hem mobil aplikasyonun hem de internet sitesinin (https://www.troycultureroute.com) İngilizce seçeneğinin olması önümüzdeki yıllarda hem yurt içi hem de yurt dışı çok daha fazla yürüyüşçünün bu yola rağbet göstereceğinin en büyük göstergesidir.

“Daha önce gördüğüm ve yürümeyi çok istediğim bir rotaydı benim için”

Geçtiğimiz haziran ayının ortasında Sakarya-Düzce’de yaylalar arası yürüyüş planları yaparken meteorolojinin arka arkaya yaptığı fırtına uyarılarından sonra aklıma bir anda düşüverdi Truva yolunu yürümek. Ancak haziran ayında sıcaklıkların artması ve doğanın kuraklaşması kafamdaki en büyük soru işaretleriydi. Bir tatil planı yapıldıysa asla vazgeçmeyen ben, kafamdaki soru işaretleriyle birlikte İstanbul’dan Assos’a kadar yürüyüşe hazır olarak geldim. Marmara ve Batı Karadeniz’i vuran fırtının etkisiyle Çanakkale Bölgesi’nde de hava sıcaklıklarının düşmüş olması kafamdaki en büyük soru işaretini bir anda siliverdi. Rota aslında Truva antik şehrinden başlayıp Assos antik şehrinde bitiyordu. Assos bölgesindeki denizin yürüyüşümü güzelleştireceğine inanarak yolun en sonundan başladım iyi ki de öyle yapmışım yolun ilk kilometrelerinde sol tarafımda sürekli eşlik eden bir deniz ve Midilli Ada’sı manzarası mevcuttu.

“Behramkale köyünden antik limana doğru inen virajları yolları hızlı adımlarla arşınladım”

Haziran ayının ortasında bir öğlen vakti Behramkale köy meydanına arabamı bıraktım. Yaklaşık 10 kg’lık sırt çantam, daha hafif olamıyordu, içerisinde çadırım, matım, uyku tulumum, yedek bir adet tişörtüm ve yüzme şortum mevcuttu. Mutfak malzemesi olarak kamp tüpüm, ultra hafif tencerem ve ocağım, kalorisi fazla ağırlığı hafif olduğu için çok sayıda noodle, kahve ve atıştırmalıklarım vardı. Son olarak köy marketinden aldığım 2,5 lt’lik su ve ekmeğimle beraber sırtımdaki yük 13 kg’ımın üzerine çıkmıştı. İlk gün Behramkale köyünden Bektaş köyüne kadar yaklaşık 15 km’lik bir yolum vardı ve ben neredeyse öğlene kadar vaktimi yolda harcamıştım, bu yüzden olabildiğince hızlı olmalıydım. Assos kazı evinin hemen aşağısında yürüyüş yolunun tabelasını gördüm. Başlangıç noktama ulaşmıştım. Yol buradan antik limanı arkasında bırakarak batı yönüne doğru ilerliyordu ve sol tarafımda bana eşlik eden çok güzel bir deniz manzarası mevcuttu. Yürüyüş yolunun internet sitesinde rotayı içeren kml uzantılı dosyayı indirip cep telefonumdaki offline çalışan maps me uygulamasına yüklemiştim ancak buna çok fazla ihtiyaç duymadım. Yol o kadar güzel işaretliydi ki kafamı her çevirdiğimde başka bir taşın, ağacın, çalının üzerinde kırmızı beyaz uluslararası yürüyüş yolu işaretini görüyordum.

“Plajlardaki kirlilik mültecilerden geriye kalan izlerdi aslında”

Rotanın ilk kilometrelerinde Assos Antik Liman’dan batıya ilerlerken sol yanımda yaklaşık 20-30 metre aşağımda ufak ufak plajlar mevcuttu. Bu ufak plajlar sadece patikayla yürünerek gelinebilmesine rağmen çok fazla kirliydiler, biraz ilerledikten sonra aklıma internette okuduğum bu plajlardan Midilli’ye mültecilerin kaçırıldığı aklıma geldi. Plajlarda çok fazla kaderine terkedilmiş eski kıyafetler, şişme can yelekleri ve ayakkabılar vardı. Bunlar mültecilerin ayak izleriydi. Bir süre daha denize yakın yürüdükten sonra yol içeriye doğru kıvrılmaya, tarlaların arasında ilerlemeye başlıyordu.  Yol hızlı yürümeye müsaitti ve ben de akşamın yaklaşmasıyla beraber hızımı artırarak yoluma devam ettim.

“Yaklaşık 11 km’lik Assos kazı evi ile Kuruoba köyü arasında hiçbir su kaynağı bulmanız imkansız”

Kuruoba köyüne doğru ilerlerken bir süre antik yoldan yürüdüm. Köyün hemen altındaki ufak ormanlık alanda bir anda önüme ufak bir tilki atlıyor ancak beni görmesiyle kaçması bir oluyordu. Bu ormanlık alanda yaklaşık 200 metrelik bir irtifa kazanımı var ancak beni hiç yormadan köye ulaşıyorum ve köy meydanındaki çeşmeden sularımı yeniledim. Kuruoba köyünden Bektaş köyüne doğru yürüyüş yolu araba yolunun hemen paralelinden ilerliyor ve manzarası olmamasıyla biraz can sıkıcı ancak hızlıca 3 km’yi yürüyerek Bektaş köyüne vardım. Köy meydanındaki marketten soğuk içecek alıp, bir süre dinlendikten sonra bulduğum bir çalılık alanın içine çadırımı kurdum, akşam yemeğimi hazırlayıp, afiyetle yedim. Öğlen başladığım yolun daha ilk günden 15 km’sini yürümüş olmanın etkisiyle erkenden uykuya daldım. 

“Yürüyüşün ilk etabından aklımda kalanlar manzarasının etkileyici olması, teknik gerektirmeyecek kadar kolay ve isteyen herkes için mümkün olması”

İkinci gün sabah çadırımın üzerine doğan güneşle erkenden uyanıyorum. 22 km’lik Bektaş-Gülpınar rotası var önümde. Erkenden başlıyorum yürümeye, sol tarafımda bu sefer biraz uzakta olsa da Midilli mevcut. Balabanlı köyünün biraz ilerisinde ana yolun ilk kez kuzeyine geçiyorum. Sonradan öğrendiğim rota üzerinde bu bölgede düzeltme yapıldığı ancak koordinat haritasının güncellenmediği o yüzden siz de yürümeye karar verirseniz sadece yoldaki işaretleri takip edin. Bu sırada önüme eski bir çeşme çıkıyor neredeyse sabah duşu alıyorum burada ormanın içerisinde.

Ardından Koyunevi köyüne doğru antik olduğunu düşündüğüm taş yoldan yürüyorum ve birden yukarıdan köyü görüyorum. Eğer bir şeyler yemek isterseniz veya konaklamak isterseniz Koyunevi köyünde bir taş ev ve kendine ait restaurantı mevcut. Koyunevi köyünden 1,5 km ileride Bademli köyüne varıyorum. Bu iki köy arasında aşağıdaki düzlükteki tuzla ovası gözüküyor. Bademli köyünün bitiminde aşağıdaki dere yatağına iniliyor. Benim geçtiğim dönemde derede hiç su yoktu ancak dere yatağında çok güzel ağaçlar ve gölgesi mevcut burada matımın serip kısa bir uykuya dalıyorum. Uyanınca kahvemi yudumluyorum, öğlene kadar yaklaşık 10 km yürümüşüm. Dere yatağından batıya doğru biraz irtifa kazanıp anayolu tekrar geçiyorsun. Yolun bu kısmında köylerin sık sık gelmesi ve yol kenarındaki çeşmelerin varlığıyla su konusunda pek sıkıntı çekilmiyor.

Çeşmeden sonra 3 km boyunca çam ormanının içerisinde yol alıyorum önüme bir koyun sürüsü çıkıyor. Çobanla biraz muhabbet ediyorum çok alışık değiller yürüyenlere ancak böyle bir yürüyüş yolunun olduğunu biliyorlar. Ormanın bitiminde bu sefer Kocaköy var önümde, bu köy diğer köylere göre daha küçük, çeşme bile bulamıyorum içinde. Köyden yol batı yönüne vadi boyunca aşağıya doğru alçalıyor ardından kurumuş dereyi geçiyorum ve vadinin diğer tarafına geçiyorum. Önüme Gülpınar manzarası çıkıyor. Gülpınar Babakale yolundan karşıya geçip zeytin tarlalarının arasına doğru giriyor. Burada yaklaşık 3 km’lik bir yoldan ilerledikten sonra Gülpınar’ın çıkışına yani ikinci gün rotasının sonuna geliyorum.

Buradan kısa bir yürüyüşle Gülpınar’daki Apollon Smintheion ören yerine ulaşabilmek mümkün, bu bölgenin Truva Antik Şehrinden sonraki en önemli yerini muhakkak ziyaret etmelisiniz. Gülpınar bu bölgenin en büyük yerleşim yeri, zincir marketler, konaklama ve yemek yerleri mevcut. İkinci günün rotasını tamamlamış olmama rağmen tarlaların arasında 4-5 km daha yürüyorum zaten dümdüz bir traktör yolundayım. Bir zeytin tarlasının içine giriyorum çadırımı kurup, akşam yemeğimi hazırlıyorum.

“İkinci gün ile ilgili aklımda kalanlardan Gülpınar civarında tarlaların arasındaki yolun belki de yürüyüşün en sıkıcı kısmı ve ufak tefek tepelerden dolayı biraz zorlayıcı olduğunu düşünüyorum”

Üçüncü gün, Gülpınar Kösedere arasındaki 19 km’lık yolun ilk 4-5 km’sini bir önceki günden yürümüş olduğum için önümde 14 km’lik bir mesafe mevcut. Sabah erkenden yola çıkıyorum. Tuzla ovasındaki tarlaların içinden yola devam ediyorum, tarlalarda salatalık toplayan köylülerimiz salatalık ikram ediyorlar. Burada tuzla çayına varmadan önce tarlaların arasında bir antik roma köprüsüne rastlıyorum. Tarlaların içinde olduğuna bakmayın önceden tuzla çayı buradan akıyormuş ancak zamanla çayın getirdiği alüvyonların etkisiyle çayın akış güzergahı değişince köprü tarlaların içinde kalmış.

“Kösedereliler genel olarak yürüyüşçülere karşı çok meraklılar ve yardımseverler”

Roma köprüsünün biraz ilerisinde yeni yapılmış köprüden tuzla çayını geçiyorum ve Kösedere’ye doğru traktör yolundan yürümeye devam ediyorum. Köye yaklaşık 5 km kala yanımdan geçen bir traktör duruyor ve “sıcakta yürüme gel seni köye kadar götüreyim” diyen bir amcanın traktörüne atlıyorum. Kösedere köyünün içerisinde dere kenarında birkaç market ve köy kahvehanesi mevcut buralarda karnınızı doyurabilirsiniz. Öğlen vakti köy içerisinde biraz oyalandıktan sonra köyün çıkışındaki çeşmeden suyumu doldurarak yola devam ediyorum. Kösedere’den patika kuzeye doğru ilerlerken yaklaşık 100 metrelik bir tepeye çıkartıyor, tepelerin üzerinden yaklaşık 4 km yol alıp, 250 metre yükselerek Çamoba köyüne varıyorum.

“Küçük bir market ve bir kahvehane yürüyüşçüler için bulunmaz nimetler”

Çamoba köyünün kenarından kuzey yönüne doğru yol yükselmeye devam edip, çam ormanlarının içerisine giriyor. Orman içerisinde yol Truva rotasının en yüksek irtifası olan 330 metreye çıkıyor. Yürümeye ilk başladığım güne göre hava epey ısınmış, haziran sıcaklık ortalamasına ulaşılmış durumda. Ormanın içerisinde olmamın ve biraz da yüksekliğin etkisiyle sıcaklığı çok hissetmeden Tavaklı köyüne doğru koşar adımlarla ilerliyorum. Tavaklı köy meydanındaki kahvehaneye uğrayıp kendime içecek bir şeyler söylüyorum. Yaklaşık yarım saat kadar kahvehanede tanıştığım Ceyhun Abi’den bölge hakkında güzel bilgiler öğreniyorum.

“Truva yolunun en zorlayıcı kısmı Alemşah köyüne giden patikalar”

Truva yolunu yürümeye karar verdiyseniz muhakkak köy kahvehanelerini uğrayın yöre halkının ne kadar ilgili, yardımsever ve sıcakkanlı olduğunu yakından görün. Akşamüzeri Tavaklı’dan yola çıkıyorum ve 4 km ilerideki Alemşah köyü hedefim önce bir süre tarla içerisindeki patikalarda yol aldıktan sonra bana göre yolun en zorlayıcı olan yerine geliyorum yaklaşık 20-25 metrelik vadi içerisine dik bir patikayla yavaş adımlarla iniyorum. Herhangi bir zorluğu yok aslında ama Truva yolu yürümek için çok kolay olduğundan burası biraz zor geliyor insana.

Vadinin dibinde çok ince akan bir dere var ve dereden karşıya geçip vadinin diğer tarafına geçiyorum. Alemşah köy merkezinde kısa bir mola veriyorum. Bu köydeyse maalesef market veya kahvehane mevcut değil, köy meydanında bir çeşme bulmak ise sevindirici. Yaklaşık 25 km yürümüş olmama rağmen yola devam etmeye karar veriyorum. Hava kararmadan bir sonraki köy olan Akçakeçili’ye varmam gerekiyor diye düşünüyorum. Alemşah Akçekeçili arası yaklaşık 5,5 km genel olarak tarla kenarından patika yol şeklinde ilerliyor burada tarlalar ekilmiş ve mahsuller yerde olduğu için zaman zaman işaretleri görmekte zorlandım. Köyün girişine vardığımda hava neredeyse kararmak üzereydi ve rota köyün kenarından devam ettiği için ben de rotayı takip ederek köye uğramadan yoluma devam ettim, köyü yaklaşık 1-1.5 km geçtikten sonra neredeyse kararmış havada deniz manzaralı bir yer bulup çadırımı kurdum. Önümde çok güzel bir deniz ve Bozcaada manzarası vardı. Bugün inanılmaz yorulmuştum. İlk iki güne göre hava çok daha sıcaktı ve neredeyse 30 km yol yürümüştüm. Akşam yemeği bile yapmadan ılık bir yaz akşamında uykuya daldım.

“Üçüncü günün önerileri; Gülpınar – Kösedere arası yolun en sıkıcı rotası olabilir. Gülpınar köy merkezine gelip dolmuşla Kösedere köyüne geçerseniz herhangi bir şey kaybetmiş olmazsınız. Kösedere’den Akçakeçili’ye kadar uzanan rota ise çok güzel bir doğa yürüyüşü güzergahı.”

Dördüncü günümde bir önceki gün fazla yürümüş olmamın etkisiyle bu sefer biraz daha geç uyanıyorum. Akçakeçili’de bulunduğum tepe üzerinden deniz kenarına inip hızlıca denize girmek istiyorum günlerdir yoldayım ve hiç duş almamış olmanın verdiği rahatsızlık mevcut. Burada plajda kocaman çınar ağaçları mevcut, çınar gölgesinde biraz uyuyorum denize giriyorum çünkü canım artık yürümek istemiyor. 3 günde 70 km’den fazla yol yürümüşüm, hava artık gerçek bir haziran sıcağı ve insanın adım atası bile gelmiyor. Öğlen uzunca bir süre plajda vakit geçiriyorum. Bir süre sonra tekrar yola koyuluyorum plaja paralel ağaçların altından yaklaşık 5 km kadar yürüdükten sonra Alexandria Troas antik kentinin yanından anayola varıyorum. Eğer sizin de benim gibi su sıkıntınız olursa, yaklaşık 1 km yol yürüyerek Dalyan Köyü’nün merkezine inebilirsiniz. Burada deniz kenarında birkaç adet işletme ve çay bahçesi mevcut. Bir yere oturup karnımı güzelce doyuruyorum. Su stoklarımı yenileyip Dalyan köyünden Troas antik şehrine doğru yola çıkıyorum. Troas ören yerinin girişi ücretsiz, genel olarak düzenli bir restorasyonun yapılmadığı bir antik şehir, içerisinde bir tur atıyorum ve anayolda kısa bir süre yürüdükten sonra patikayla beraber tarlaların arasına traktör yoluna doğru giriyorum.

Yaklaşık 7-8 km ileride hedef noktam Geyikli var, ancak yorgunluğumun etkisiyle o kadar yavaş yürüyorum ki, Geyikli’ye 2-3 km kala havanın kararmak üzere olması nedeniyle ağaçların arasına çadırımı kuruyorum. Gece uyurken birkaç kez çadırımın etrafında bir şeylerin yürüdüğünü hissediyorum ufak bir gürültü çıkarıyorum ve ses uzaklaşıyor. Tilki olduğunu düşünerek, uyumaya devam ediyorum.

“Rotanın belki de en zorlayıcı yeri burasıydı. Su kaynaklarının çok kısıtlı olması, özellikle yaz mevsiminde en önemli dezavantaj olabilir. Troas antik şehri ve Dalyan köyünün avantajları rotayı güzelleştiren noktalardı.”

Beşinci gün uyanmakta zorlanıyorum. Bedenimin üzerinde kümülatif birikmiş bir yorgunluk mevcut. Saat 10 gibi ancak yola çıkabiliyorum. Önümdeki 2 km’yi hızlıca yürüyüp yüksekten Geyikli manzarasıyla karşılıyorum. Köyün içerisine doğru inip ilk bulduğum camide duş alıyorum. Köy merkezinde lokantada yemeğimi yerken, yürüyüşü sonlandırmam gerektiğine karar veriyorum çünkü artık İstanbul’a dönmek zorundayım nöbetler beni bekliyor.

Geyikli’den Behramkale’ye doğru yola çıkıyorum, arabamı alıp geri dönüş yoluna koyuluyorum. Yorgunum ancak çok mutluyum, sıcağa rağmen yaklaşık 4 günde 90 km’ye yakın yol yürümüş olmanın verdiği keyif ise paha biçilemez.

Rota hakkındaki izlenimlerime gelirsek daha önce yurt içinde ve yurt dışında yüzlerce km yürümüş biri olarak bu yolun işaretlemesi harikulade güzel. Neredeyse hiç koordinat haritasına bakmadan yürüyebiliyor insan. Zorluk seviyesine gelirsek herhangi bir doğa yürüyüşü tecrübesi olmayan bir insanın bile yürüyebileceği kolaylıkta. Deniz ve doğa manzaralarının keyfiyse bambaşka.

Daha önce hiç sırt çantalı yürüyüş tecrübeniz yoksa günübirlik tek etap şeklinde veya tematik yürüyüş yapmaya uygun bir yol Troya Kültür Yolu. Aynı zamanda çeşitli tur firmaları bu yol üzerinde konaklamalı yürüyüş turları yapmakta bu turlardan herhangi birine katılarak benim gibi sırtında 12 kg yük olmadan kolayca yürüyüş yapabilirsiniz.

Biz acil tıpçılar gibi sürekli yüksek stres altında çalışan insanlar içinse uzun mesafeli doğa yürüyüşleri stres atmaya birebir. Stresten uzak doğanın içinde keyifli bir yolculuk yapmak istiyorsanız hiç düşünmeden Troya yoluna gidin…

Bu yazı Acil Tıp Bülteni’nin Ocak 2022 tarihli 10. sayısında yayımlanmıştır.

27 Nisan 2022 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
MercekTATDsosyal

Liderlikte Kadın Etkisi

by İbrahim ALTUNOK 24 Nisan 2022
written by İbrahim ALTUNOK

14. dönem TATD Yönetim Kurulu tarafından kurulan TATD Kadın komisyonu katkılarıyla 7.Avrasya ve 17. Türkiye Acil Tıp Kongresi’nde gerçekleştirilen “Liderlikte Kadın Etkisi” başlıklı panel gerek konukları gerek de katılımcıları sayesinde kongrenin en ses getiren etkinliklerinden biri oldu.

Tıp eğitimi hakkındaki bilgisi, deneyimi ve toplumda cinsiyet eşitliği hakkında çalışmalarıyla ülkemizin önemli kadın akademisyenlerinden Prof. Dr. Yeşim Şenol ve tarihçi, akademisyen, yazar Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın renkli kişiliği ve engin bilgi birikimi ile toplumumuzda kadının yeri ve liderlik rolleri üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

Panele TATD Kadın komisyonunda aktif görev alan Dr. Serpil Yaylacı ve Dr.Sevilay Ünver’in açılış konuşmaları ile başlandı ve dinleyicilerle interaktif katılım ile ilerleyen panel sonunda katılımcılara İlber Ortaylı’nın birer kitabı hediye edildi.

Öncelikle orada olamayanlar için değerli konuşmacılarımız hakkında kısa bilgiler vermek isterim.

Prof. Dr. Yeşim Şenol, 1994 yılında Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesinden mezun olduktan sonra kariyerine Akdeniz Üniversitesi Halk Sağlığı anabilim Dalı’nda devam etmiş. 2009 yılında Akdeniz Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde Eğitim Yönetimi ve Denetimi Yüksek Lisans programını tamamladıktan sonra aynı yıl Eğitimi Anabilim Dalı’nda öğretim görevlisi olarak çalışmaya başlamış. Tıp Eğitimini Geliştirme Derneği’nde 2014- 2016 yılları arasında Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı olarak görev yapmış. Halen Türk Tıp Eğitimi Derneği Yönetim Kurulu üyesi olarak görevine devam etmektedir. Prof. Dr. İlber Ortaylı’yı zaten çoğumuz tanıyoruz. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi ve Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin tarih bölümünü bitirdikten sonra Viyana Üniversitesi Slavistik ve Orientalistik Bölümü’nde öğrenim görmüş. Chicago Üniversitesi’nde Prof. Dr. Halil İnalcık ile birlikte yüksek lisans çalışmasını tamamladıktan sonra 1974 yılında doktor ünvanını ve 1979’da doçent ünvanını almış. Dünya’nın pek çok yerindeki üniversitelerde misafir öğretim üyesi olarak çalışmış. Halen Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesinde Türk Hukuk Tarihi derslerini vermektedir

Lider kimdir?

“Gücü, ünü ve toplumsal yeri dolayısıyla, belli zaman ve durumlar içinde, ilişkili bulunduğu küme veya toplumun tutum, davranış ve etkinliklerini değiştirip yönetme yeteneğini gösteren kimse”

Panelin ilk konuşmasında – ki ilk konuşmacı olma gururunu yaşadım – liderlik tanımı ve özellikleri üzerine konuştuk. Toplumda erkek liderlerin daha çok kabul görüldüğü klişesinden ve aslında kadınların iletişim güçlerinin daha yüksek olmasından dolayı liderlik özelliklerini daha iyi taşıdıklarından bahsettik.

Kadınlar ne yazık ki; geçmişten günümüze kadar Dünya genelinde nüfusun yarısını oluşturmasına rağmen; ekonomik aktiviteler olsun çalışma yaşamı olsun hiçbir platformda erkeklerle aynı oranlarda temsil edilmemişlerdir. Gerek ülkelerin gerekse şirketlerin yönetiminde, özellikle üst düzeylere     çıkıldıkça kadınların sayısının azaldığını fark etmekteyiz. Kadının ekonomik anlamda çalışma yaşamına girişi, sanayi devrimi ile birlikte olmuştur. İlk zamanlarda kadının ücretli olarak işgücüne katılımı çok sınırlı iken; İkinci Dünya Savaşı ile birlikte artan iş gücü gereksinimi ve erkek nüfusundaki azalma nedeniyle işgücündeki kadın sayısında belirgin bir artış gözlenmiştir.

Günümüzde, özellikle son yirmi yıl içinde iş dünyasının yaşadığı belki de en büyük devrim, kadınların yoğun biçimde iş yaşamına girmesidir. Ancak, çalışan kadın sayısındaki artışa ve iş dünyasında kadınların ağırlığının artmasına rağmen üst düzey yönetici ve liderler arasında kadınların sayısı halen çok fazla değildir.

“Cinsiyet klişeleri ve cinsiyete göre belirlenmiş işler, çalışma yaşamında kadınlar için engeller yaratmakta ve kadınları bazı kalıplara koymaktadır. Kadınlar istihdamda fırsat eşitliği yaratmada başarılı olmak bakımından bu engellere karşı koymak durumundadırlar”

Toplumsal Cinsiyet Eşitliği kadınların ve erkeklerin toplumsal yaşamın her alanına eşit katılması

Panelin ikinci konuşmacısı Dr. Serpil Yaylacı; kendisinin de içinde olduğu Türkiye Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Araştırması’ndan bahsetti. Toplumlardaki cinsiyet eşitsizliğinin bir gerçek olduğunu vurguladı. Bir kadının veya bir erkeğin nasıl olması, nasıl davranması gerektiği konusunda hepimizin aklında belirli düşünce kalıpları olduğundan ve kişileri bunlara göre yargılamanın toplumda çok yaygın olduğundan bahsetti.

Özellikle ataerkil toplumlarda karar verme mekanizmalarında daha çok erkekler söz sahibi ve kadınların aleyhine makas her geçen gün giderek açılıyor. Kadınlar erkeklere nazaran daha büyük engellerle karşılaşmakta, engelleri aşarak belli bir noktaya gelen kadınlar da başardıkları zaman yetenek ve performanslarıyla genellikle değerlendirilmemektedir.

Cam tavanların kırılması: kadınlar zirveye ulaşabilir mi?

Prof. Dr. Yeşim Şenol bunu şöyle açıklıyor; “Cam Tavan Sendromu” kadınların ve azınlıkların bir kuruluş içindeki üst düzey pozisyonlara yükselmelerini engelleyen yapay bir engele atıfta bulunan bir metafor.

Kadının yükselmesini engelleyen sebepler toplumdaki davranışsal veya örgütsel ön yargılardır. Yani ne yaparsan yap daha fazlasına ulaşamazsın. Toplumda kadınlar erkeklerden daha fazla çocuk bakımı ve ev işlerini üstlenirler, bu onlara bir nevi “annelik cezasıdır”. Çocuğu olan kadınların daha az ücret aldıkları, terfi edilme olasılıklarının daha az olduğu ve babalara, çocuksuz erkeklere ve çocuksuz kadınlara göre daha az yetkin olduğu algısı daha yüksektir.

Devlet, eğitim, bireyin kendisi, işverenler, akademik kurumlar bu tavanın kırılmasında rol oynayan birçok faktörden sadece bir kaçıdır. 2021 Küresel Cinsiyet Uçurumu Endeksi sıralamasına göre toplumsal cinsiyet eşitliğinde Türkiye 156 ülke içerisinde 133. sırada yer almaktadır. COVID-19 salgını da Küresel Cinsiyet Uçurumunda kadın ve erkek arasındaki farkı arttırdı. Ne yazık ki, uçurumun kapatılması için tahmini süre 99,5 yıldan 135,6 yıla yükseldi. Eğitim ve sağlık alanındaki cinsiyet uçurumu kapanırken, siyasette liderlik pozisyonlarındaki iş gücüne katılımda 2020 yılına göre geriye gidiş saptandı.

Türkiye’de kadınların ve erkeklerin iş gücü istihdamına katılım oranlarına baktığımızda; her 100 erkekten 72’si iş gücüne katılırken; kadınlarda bu oran yalnızca %32 ile sınırlı kalmaktadır. OECD verilerine göre Türkiye’deki kadın doktor oranı %40’tır.

Sağlık sektörü kadın istihdamının fazla olduğu sektörlerin başında geliyor. Kadın hekimlerin uzmanlık alanı seçiminde ve kariyer planlama sürecinde cinsiyete dayalı ayrımcılık yaşadıkları gözlenmektedir. Hastanede çalışan kadınların özel yaşamlarında iş kaynaklı oluşan olumsuz etkilerin benzer konumdaki erkeklere göre daha fazla olduğu da gösterilmiştir.

Liderlik ve Kadın genel bakış açısı

Kadınların lider olmasına engel olan nedir? Duygusal, zayıf ya da aşırı hırslı olmaları mı? İşkolik olmaları mı? veya Çocuklarının ve bir ailelerinin olması mıdır?

Oysa liderlik cinsiyetten bağımsızdır. Bu nedenle, cinsiyet ayrımcılığına yönelik ortak tavır almak, “Kadınların kardeşliği” bakış açısını savunmak, evlilik ve çocuk bakımında ortak sorumluluk almak, yasal hakların arkasında durmak, talep etmek, vizyon sahibi olmak gerekiyor…

“Liderlik özelliği kadınların doğasında var; kadınlarımızın bu öğrenilmiş çaresizliğini nasıl öğrenilmiş iyimserliğe dönüştürebiliriz?İnsan kendi kendine nasıl liderlik eder? Liderlik figürünün bir cinsiyeti var mıdır? Kadın lider anlayışının erkek lider anlayışından bir farkı var mıdır? Kadınlarımız kitleleri etkilemek için kadın zarafetinden ödün vermeli midir?” panelin ikinci yarısında tüm bu sorulara yanıt arandı.

Panele çevrim içi bağlanan İlber Ortaylı’ya konu hakkındaki görüşlerini sorduk. İlber Ortaylı konuşmasında ülkemizde kadınların temsiliyetindeki asıl sorunun ekonomik özgürlüğü olan çalışan kadınlardan ziyade alt gelir grubu çalışmayan kadınlarda olduğunu, ülkemizin Cumhuriyet dönemi kazanımları ile beraber çok önemli mesafeler kat ettiğini, özellikle sağlık alanında kadınların temsiliyet oranının yüksek olduğunu ifade etti.

Sorunu tüm Dünya’da paralel olduğunu, kadınların önündeki engellerin benzer ve liderlik potansiyelini etkileyen konulardan birinin cinsiyet farklılıklarının insan davranışlarına etkisi olduğundan bahsetti. Ve “Aslında kadın kendi kendinin lideridir” sözüyle konuşmasını bitirdi.

Yazımı burada bitirirken, büyük lider Mustafa Kemal Atatürk’ün bir sözünü sizlerle paylaşmak isterim.

“Kadınlarını geri bırakan toplum, geride kalmaya mahkumdur.”

TATD Kadın komisyonu olarak cinsiyet ayrımcılığı üzerine bir farkındalık yaratmak için daha fazla organizasyonlarda yer almak ümidiyle.

Sağlıcakla kalın…

Bu yazı Acil Tıp Bülteni’nin Ocak 2022 tarihli 10. sayısında yayımlanmıştır.

24 Nisan 2022 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
TanıtımTATDsosyal

EACEM 2021’de Kuzey Rüzgarı – Volkan Konak

by İbrahim ALTUNOK 21 Nisan 2022
written by İbrahim ALTUNOK

7. Avrasya Acil Tıp Kongresi ve 17. Türkiye Acil Tıp Kongresi’ni tüm ihtişamıyla geride bıraktık. TATD’nin düzenlediği Türkiye’nin en geniş katılımlı acil tıp kongresi, çok konuşulacak bilimsel oturumların yanı sıra, eşsiz bir sosyal programa da ev sahipliği yaptı.

Tarihler 27 Kasım akşamını gösterdiğinde Türkiye ve Dünya’nın dört bir yanından gelen başarılı Acil Tıp hekimleri kongre gala gecesinde Volkan Konak şarkılarıyla coştu. Göklerde kartal gibiydim, Mimoza çiçeği, Yârim yârim gibi duygusal parçalarla yüreklere dokunan Kuzeyin oğlu; Aleni aleni ve potpuri yaptığı hareketli Anadolu türküleriyle kongre keyfini doruklarda yaşattı. Yoğun acil servis yaşantısını bir an olsun omuzlarından atan Acil Tıp camiası hep bir ağızdan Konak’la “Çekilmez bir adam oldum yine… Uykusuz, aksi, nalet!” diye bağırarak şiirle nöbet gecelerine nazire yaptı. Hekimlerimizin bir an olsun oturmadan dinlediği müzik şölenini İzmir Marşı ile noktalayan Kuzeyin Oğlu ayakta alkışlandı. Konser arka planında yer alan barkovizyonda Atatürk fotoğrafları ve al bayrağımız hiç eksik olmadı.

Peki Türkiye’nin sevgilisi, Karadeniz müziğini Anadolu ve Dünya ezgileriyle sentezleyen başarılı sanatçımız Volkan Konak kimdir?

1967 yılında Trabzon’un Maçka ilçesinde dünyaya gelen sanatçımız, ilk orta ve lise eğitimlerini burada tamamladıktan sonra İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuarına girmiş. 1988 yılında yine İTÜ’de halk müziği üzerine sosyal bilimler yüksek lisans eğitimine başlamış. 1989 yılında yöresel derlemelerini buluşturduğu Suların Horon Yeri ve büyük beğeni toplayan ilk albümü Efulim’i 1991-1992 yılları arasında tamamlayarak dinleyicilerin beğenisine sunmuş. Besteci ve söz yazarı kimliğinin yanı sıra kuvvetli bir şiirsel yönü olan Volkan Konak’ın birçok şiiri de mevcut. 1993 yılından bu yana yayınladığı albümlerinde 50’nin üzerinde bestesini dinleyici kitlesiyle buluşturan Kuzeyin Oğlu aralarında Altın Kelebek, Altın Plak, Platin Plak, Elmas plak, en iyi sanatçı ödüllerinin de bulunduğu birçok ödüle layık görülmüştür.

Konserinde şarkılarının yanı sıra birçok şairden şiirler de okuyan Volkan Konak, anlattığı esprili hikâyeleriyle de dinleyicilerin hoş vakit geçirmesini sağladı.

Çok sevdiği Kazım Koyuncu anısına bestelediği Gardaş, kanserden kaybettiği babası anısına bestelediği Cerrahpaşa adlı eserlerin yanı sıra, Karadeniz halkını etkilemiş ve halen etkisi devam eden Çernobil felaketinin ardında bıraktığı sağlık etkileri üzerine belgelediği çalışmalarla bölgenin sesi haline gelmiştir. Konuk sanatçıları ile canlı düetler yaptığı televizyon şovu Kuzeyin Oğlu Volkan Konak halen beğeniyle izlenmektedir. Doktorlarla ilişkisinin hep özel olduğunu dile getiren sanatçı “Özellikle doktorlar beni çok sever, çünkü her tür müziğe yatkındırlar” ifadeleriyle doktorların sosyal yönünü vurgulamıştır.

Bünyesinde kadın hakları ve kadın liderliği üzerine düzenlenen Kadın paneliyle öncü TATD’nin bir üyesi olarak, kadınlarımızın desteğe ve seslerinin duyurulmasına belki de en çok ihtiyaçlarının olduğu şu dönemde yazımı Volkan Konak’ın da konserlerinde sıkça yer verdiği şair Nazım Hikmet’in şu dizeleriyle bitirmek isterim.

Hoş geldin kadınım benim hoş geldin
yorulmuşsundur;
Nasıl etsem de yıkasam ayacıklarını
Ne gül suyum ne gümüş leğenim var,
susamışsındır;
Buzlu şerbetim yok ki ikram edeyim
acıkmışsındır;
Beyaz ketenli örtülü sofralar kuramam
Memleket gibi yoksuldur odam.

Hoş geldin kadınım benim hoş geldin
Ayağını basdın odama
Kırk yıllık beton, çayır çimen şimdi
güldün,
Güller açıldı penceremin demirlerinde
ağladın,
Avuçlarıma döküldü inciler
Gönlüm gibi zengin
Hürriyet gibi aydınlık oldu odam…

Hoş geldin kadınım benim hoş geldin…

Nazım Hikmet Ran

Daima müzikle ve sağlıcakla kalın …

21 Nisan 2022 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
TanıtımTATDsosyal

ATAB’ın Kalbine Giden Yolda Ufak Adımlar

by İbrahim ALTUNOK 18 Nisan 2022
written by İbrahim ALTUNOK

ATAB kimdir?

Ülkemizde 1993’te ilk temelleri atılan Acil Tıp yolculuğu giderek büyüyen ve gelişen ailesiyle dikkat çeker hale gelmiştir. Acil Tıp yolculuğunun yeni üyelerine navigatörlük yapan 2008’den beri amacı Türkiye Cumhuriyeti’ndeki tüm Acil Tıp asistanlarını bir araya getirmek, birbirleriyle iletişimlerinin sürekliliğini sağlamak olan ATAB, iki senede bir demokratik bir seçim ortamında kendisine yeni ve dinamik yönetim kurulu seçmektedir.

Acil Tıp asistanları olarak, zorlu çalışma koşulları ve eğitimin ağırlığı altında kendi yaşam biçimlerini bu mesleğe göre, şekillendiren doktorlar olduğumuzu göz önüne alırsak, birlikte yürünen yollarda engebelerin daha kolay aşılabileceğini öngörmekteyiz…

Yeni ATAB’ın yönetim kurulunun hedeflerinde neler var?

ATAB 8. Dönem yönetim kurulu olarak 2021 Haziran ayından beri görev yapmaktayız ve ailemiz olarak gördüğümüz Acil Tıp asistanları için birleştirici konumda olan bu topluluğun içinde olmanın mutluluğu ve heyecanını yaşıyoruz.

Birlikteliğin ve iletişimin gücüne inanıyoruz ve bu doğrultuda #öncebirbirimizitanıyalım sloganıyla ATAB söyleşilerine başladık. Klinik ziyaretlerimizi arttırdık. 

Türkiye Acil Tıp Asistanları ismiyle oluşturduğumuz WhatsApp grubunda 56 ayrı kliniğe ulaşmış durumdayız. Bir yandan da #işitmeengellilerinsesiolun sloganıyla dördüncüsü şu an yapılmakta olan tıbbi işitme engelliler dili kursuna hayat verdik.

Ayrıca; Acil Tıp asistanlarının 7/24 sohbet edebileceği İngilizce Discord kanalını oluşturduk. Evet, “İngilizce olmazsa olmaz ancak neden diğer diller de olmasın?” düşüncesi ile diğer dillerin kanallarını da ekledik. Yurtdışı asistan toplulukları ile iletişimimizi daha aktif hale geçirdik. Belki de en önemli gündem maddemiz, Türkiye’de kanayan yaramız sağlıkta şiddet konusuna odaklanıp ATAB bünyesinde yönetim kurulu ve ATAB gönüllülerinden oluşan bir şiddet komisyonu oluşturma aşamasındayız.

Daha efektif olabilmek amacıyla yönetim kurulumuz bünyesinde ATAB Bilimsel, Sosyal, Asistan sorunları, Yurtdışı ilişkileri komisyonlarını oluşturduk. Sonuç olarak Acil Tıp asistanları olarak yaşadığımız sorunları birlikte ele alıp birbirimize destek olabilmek, birlikte sevinebilmek, birlikte üzülebilmek için öncelikle iletişim diyoruz.

Gellelim EACEM’deki ATAB panelinde neler konuşulduğuna …

Eurasian Congress of Emergency Medicine (EACEM), yeni ATAB yönetim kurulu olarak katıldığımız ilk Acil Tıp kongresiydi. Bizim açımızdan olağanüstü bir deneyimdi. Pandemi sürecinde çevrimiçi devam eden toplantılar ve etkinliklere rağmen, aynı yolda yürüdüğümüz asistan arkadaşlarımızı ve tüm Acil Tıp camiasını yüz yüze görmek gerçekten özlediğimiz bir deneyimdi. Bambaşka yerlerde bizimle aynı işi yapan insanlarla aynı sorunları, aynı düşünceleri paylaştığımızı görmek yalnız olmadığımızı hissettirdi bizlere.

EACEM bizim için aynı zamanda büyük bir fırsattı, uzun süredir beklediğimiz söyleşilerimizi gerçekleştirdik. Standımızda ATAB Gönüllüleri ile tanıştık. Çalışma toplantımızda eski ATAB Yönetim Kurulu üyelerinin deneyimlerinden faydalandık. Asistanlarımıza ATAB’ı tanıtmaya çalıştık.

En önemlisi; panelimizde “Acil Tıp Asistanlarının sorunlarının belirlenmesi” isimli anketimizin çarpıcı sonuçlarını konuşmacılarımız ve asistanlarımızla birlikte detaylı bir şekilde değerlendirebildik. Acil Tıp Asistan birliğinden haberdar olmasına rağmen, Asistan arkadaşlarımızın %47,6’sının üyeliğinin olmadığını fark ettik. Ve tabii ki aylık klinik ziyareti hedeflerimizi arttırma kararı aldık.

Acil Tıp asistanlarının çalışma saatlerinin (24 saat veya gündüz-gece vardiya usulü) nasıl belirlenmesi gerektiği hakkında konuştuk ve 24 saatlik nöbetlerin daha çok tercih edildiği fakat “İyilik hali ve asistan refahı” açısından vardiya sisteminin daha uygun olduğu sonucuna ulaştık.

Türkiye koşullarında 200-300 saat arasında çalışan Acil Tıp Asistanlarının çalışma düzenlerini vardiya usulüne göre adapte edilmesindeki zorluklar tabii ki tümüyle ayrı bir panel konusunu doğurmaktadır.

Panelimizin sonunda elde ettiğimiz bazı sonuçlardan bahsetmemiz gerekirse;

Asistan arkadaşlarımızın “Herhangi bir çalışma ya da makalede birinci isim olarak bulundunuz mu?” sorusuna %94,7’lik kısmının HAYIR cevabını verdiğini gördük. Bir diğer çarpıcı sonuç ise; asistanların %84,8’lik kısmının ayda 200-300 saat arasında çalışıyor olmasıydı. Öte yandan bizi ATAB bünyesi içerisinde şiddet komisyonu oluşturma düşüncesine iten en dramatik sonuç ise asistanlarımızın –%68,4’ünün sözlü, %25,1’inin ise fiziksel – %93,5’lik kısmının şiddete maruz kalmış olduğu gerçeğiydi. Bizi şaşırtmayan sonuçlardan bir diğeri “Mevcut koşullarınızda yurtdışında çalışmayı düşünür müsünüz?” sorusuna asistan arkadaşlarımızın %80,8’lik kısmının EVET yanıtı vermesiydi.

Gerçekleştirdiğimiz bu panel sonucunda; Acil Tıp asistanlarının sorunları ve çalışma şartları hakkında farkındalığımız arttı. Sorunlara çözüm bulmak ve çalışma şartlarının iyileştirilmek, acil tıp sevdalılarının ülkemizde kalmasını sağlamak adına yapacağımız çalışmalarımız için iyi bir değerlendirme oldu.

Evet son olarak gelelim hepimiz için ayrı bir önemi ve yeri olan ATAS konusuna …

Biraz da bizi ayakta tutan güzel şeylerden bahsetmek gerekirse; sadece Acil Tıp branşına özgü Acil Tıp asistanlarının kendilerinin düzenlediği, yer aldığı ve eğlendiği bir etkinlik Acil Tıp Asistan Sempozyumu yani ATAS… 

Pandemi nedeniyle 2 yıldır yüz yüze gerçekleştiremediğimiz ATAS’ı bu sene Mayıs ayında İzmir’de gerçekleştirebileceğimiz için çok mutlu ve gururluyuz. Sizleri dolu dolu bir bilimsel programın yanı sıra yorucu eğitim yılının stresini atabileceğiniz; deniz, kum ve güneşe doyacağınız eğlenceli aktivitelere davet ediyoruz. Sizler için kumsalda tıbbi Survivor konsepti, ateş başı partisi, miksoloji eğitimi, Ege’nin lezzetli zeytinyağlarının degustasyonu, beach voleybol ve masa tenisi turnuvaları, sahilde yoga etkinliği ve en önemlisi sürprizlerle dolu gala gecesinin hazırlığına başladık. Organizasyonun en iyi şekilde yapılmasının çabası içerisindeyiz.

Tüm asistanlarımızı ve Acil Tıp camiasını; travmatoloji pratikleri, toksikolojinin derinlikleri, wellness eğitimi, yurtdışı hekimlik imkanları, eğlenceli ve dopdolu bir bilimsel programa davet ediyoruz. Ama en değerlisi renkli ve kocaman acil aileleriyle tanışmaya, kaynaşmaya ATASİZMİR’e bekliyoruz…

Bu yazı Acil Tıp Bülteni’nin Ocak 2022 tarihli 10. sayısında yayımlanmıştır.

18 Nisan 2022 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
HobiSizden GelenlerTATDsosyal

Sporun Sosyal Hayatınızdaki Rolü ve Size Olan Katkısı

by İbrahim ALTUNOK 12 Nisan 2022
written by İbrahim ALTUNOK

Bir kelime “Wellness” evet sizce wellness (iyilik hali, refah durumu) nedir?

Kaynakları karıştırdığınızda “Wellness’ın” bir kelimeden daha ziyade bir eğilim ya da duruş, değişik yaşam alanlarında önemli prensiplerin serisini benimsemek için bir istek ve yatkınlık olduğunu görebilirsiniz…

“Kısaca Wellness, beyin, beden, ruh üçlemesinin entegrasyonudur” diyebiliriz.

Bu entegrasyonu sağlamak için Wellness’ın 6 boyutundan biraz bahsetmek gerekiyor. “Fiziksel, zihinsel, ruhsal, duygusal, sosyal ve iş sağlığı”

Fiziksel boyut; sağlıklı bir beden, iyi beslenme, düzenli egzersiz, zararlı alışkanlıklardan kaçınmak, sağlık ile ilgili bilgi ve sorumluluk kararları vermek ve ihtiyaç duyulduğu zaman tıbbi destek aramak ile korunur.

İyi durumda kalmak ve fiziksel açıdan sağlığınızı korumak için; iyi beslenmek, egzersiz yapmak, ideal kiloyu korumaya çalışmak, yeterli uykuyu almak ve zararlı maddelerin alımını kısıtlamak bir gereklilik ve ihtiyaç duyulan basamaklardır. Bunların çoğundan zaten hepimiz haberdarız …

Olayın sosyal boyutu ise aile içinde ve aile bireyleri dışındaki diğer kişilerle iyi ilişkiler kurma yeteneğidir. Sosyal Wellness, başkalarına karşı sempatik, dost ve sıcakkanlı olmak için bize huzur ve güven verir.

Sadece bireysel bir ilgi değil, aynı zamanda bir bütün olarak insan ve çevrenin ilgisini de kapsar. Sağlıklı bir çevreyi destekleme, etkili iletişimi teşvik etme ve topluluk üyeleri arasında karşılıklı saygıyı kapsar ve çevreniz ile pozitif sıkı ilişkiler geliştirir. Çevrenize size bakması fırsat vermektir. Aynı zamanda, serbest zaman ve rekreasyon için kendinizi zorlamanızı ve zaman yaratma fırsatı sağlar.

Acil tıp asistanları veya acil servis çalışanları için çalışma döngüsünün yarattığı sorunların başında fiziksel aktivite kısıtlılığı ve sosyal ilişkilerde düzensizlikler geldiğini hepimiz kabul etmeliyiz…

Acil tıbbın başarılı bir şekilde uygulanması ve sürdürülmesi yüksek derecede zihinsel ve fiziksel zindelik gerektiriyor ve bu kadar yoğun bir tempoda çalışmak zaman zaman hem fiziksel hem de duygusal olarak bizleri tüketebiliyor. Özellikle yaşın ilerlemesi ve üzerine hastalık gibi nedenlerin eklenmesi enerjik, aktif, uyku bilmez, durdurulamaz Acil Tıpçıların kendilerini başarısız, yetersiz, yorgun, isteksiz hissetmesinde önemli rol oynarken; tükenmenin gün yüzüne çıkarmasına da katkı sağlıyor.  Oysa, planlı ve düzenli yapılan egzersiz tükenmeye giden yoldaki etkenleri yavaşlatabilir veya durdurabilir.

Peki, egzersizin yaşantımızdaki faydalarının akademik sonuçları neler?

Yapılan bir çalışmaya göre, 10 haftalık yürüyüş ve koşu programına tabi tutulmuş bir grup ile tamamen sedanter bir yaşam biçimi uygulanan iki grubun kaygı düzeyleri, tansiyon düzeyleri ve yorgunluk hissi seviyeleri karşılaştırılmış. Düzenli egzersiz programı uygulanan grupta bu parametrelerde ciddi anlamda düşüş gizlenirken; diğer grupta anlamlı bir değişiklik saptanmamış.

Yine, başka bir çalışmada aerobik egzersiz, ağırlık çalışması yapan ve hareket düzeyi en düşük seviyede tutulan üç grubun; stresli bir duruma verdikleri tepkiler karşılaştırılmış. Katılımcıların, içinde numaralar olan dikkat dağıtıcı konuşmaları dinlerken bir yandan da ekranda çok hızlı gözüken zihinsel aritmetik bilmeceleri cevaplamaları istenmiş. Diğer gruplarla karşılaştırıldığında aerobik egzersiz yapan grupta kalp atım hızının daha yavaş ve kan basıncının daha düşük olduğu tespit edilmiş.

Bu sonuçtan yola çıkarak egzersiz yapmanın diğer yaşam olaylarına gösterdiğimiz fiziksel ve psikolojik yanıtlarda dayanıklılığı arttırdığı söylenebilir. Bu mekanizmanın nasıl işlediği tam olarak açıklanamasa da bazı araştırmalar, düzenli egzersiz neticesinde beyin kimyasının ve vücut ısısının değişmesine, bazı çalışmalar ise kardiovasküler performansın güçlenmesine bağlıyor. Yani, egzersiz yapmak vücudun strese tepki gösterme eşiğini yükseltiyor.

Egzersizler fiziksel durumumuza uygun bir şekilde planlanmalıdır. Bu plan doğrultusunda yapmış olduğumuz egzersizler yoğun tempo çalışma şartlarında bizi ayakta tutacağı gibi aynı zamanda daha iyi görünmemizi (göbeksiz erkek, balkonsuz eve benzetmesi Türk deyimleri arasında yerini almasına rağmen), daha iyi hissetmemizi ve ideal kiloda kalmamızı sağlayacaktır.

Herkesin fiziksel aktivite türü aynı mıdır?

Haftalık 150 dakikalık aerobik egzersize, beş adet 30 dakikalık seanslara bölünebilir. Bir seansta 30 dakikalık egzersiz yapamıyorsanız, günlük seansı iki üç seansa bölerek kısa süre zarflarıyla yine aynı etkiye sahip egzersizinizi yapabilirsiniz.

Sizin için en doğru egzersiz türünü bulmak gerekir. Egzersiz veya fiziksel aktivitelere yavaş başlayıp yavaş yavaş tempoyu artırmak gerekir. Yürüyerek, yüzerek veya bisikletle başlayıp, koşuya, aerobik aktivitelerine kadar tempoyu artırabilirsiniz. Bunun için spor salonuna da gitmeye gerek yok belki eviniz, belki bahçeniz veya en yakın park size yardımcı olabilir. Kafaya koyup, size uygun olanı gerçekleştirmek gerekir. Örnek verecek olursak; Doğu Karadeniz bölgesinde acil tıp asistanı veya uzmanı iseniz zorlu arazi şartları bisiklet binmenizi zorlaştırsa da bu araziler size dağcılık faaliyeti için kucak açmakta, ya da Akdeniz’in mavi sularını, sıcak asfaltına tercih edebilirsiniz. Size uygun olanı bulup, gerçekleştirmek gerekir. 24 saatlik bir nöbetin ardından önceliğiniz dinlenmek daha sonra spor yapmak olmalıdır.

Chicago Üniversitesi profesörlerinden John Cacioppo, sosyal dayanıklılığı arttırmak için neler yapabileceğimizi Twitter ve Facebook üzerinden okuyuculara sormuş ve Psychology Today dergisindeki yazısında gelen yanıtları şöyle paylaşmış: Fırından yeni çıkardığın yemekleri komşularınla paylaşmak, bir arkadaşına maddi bir hediye almak yerine deneyim fırsatı sunan bir hediye vermek hatta iki kişilik bir bilet alarak bu deneyimi paylaşmak, insanları rutin çevrelerinden çıkartarak onları kişiler arası bariyerlerinin kalkabileceği güzel bir yerde toplamak, açıklık, yaratıcılık ve üretkenliği teşvik etmek.

Acil tıp asistanları veya acil servis çalışanları için çalışma şartları gereği “sosyal dayanıklılık” ve “çatışma” acil servisteki günlük işlerimizin vazgeçilmez bir parçasıdır. Acil tıbbın işleyişi gereği ekip çalışması çatışma ve sosyal ilişkilerdeki birçok ikilemin gelişmesine de gebedir.

Vaka için konsültan hekimle çatışma, kıdemliyle çatışma, alanındaki hemşire ile çatışma işimizin olmazsa olmazı olmakla birlikte, çatışmanın sınırını koyabilmek de Wellness’ın sosyal boyutu kısmında bir adım atmamızı sağlar.

 Sakin olun ve önce derin bir nefes alın!

Çatışma yaşadığımızda ne yapmak gerekir?

Şimdi bir plan yapmanız gerekli:

1. Karşılıklı katılım gösterip sorunu çözmek için birbirimizi dinlemeliyiz.

2. Sorunun başında olup ve birbirinizin ihtiyaçlarına yanıt vermeliyiz.

3. Birbirinize ilgi gösterip ve bir şeylerin başkasının gözünden farklı göründüğünü kabul etmeliyiz. Takımın her bir parçası ile sadece nöbetlerde ve çalışma alanında değil, aynı zamanda çalışma hayatımızın dışında da görüşmeli, düşüncelerine saygı göstermeliyiz.

4. Ekibin her bireyinin söylemek istediklerini sonuna kadar dinlemeliyiz.

5. Birbirimizi cesaretlendirip, karşılıklı saygı ve değer vermeliyiz.

Modern Dünya’da sosyal network teknolojileri iyi dinleme becerilerini geliştirmeyi pek teşvik etmese de sosyal dayanıklılığınızı güçlendirmek istiyorsanız bu 5 plandan asla vazgeçmemelisiniz.

Türkiye gibi bir ülkede yaşamak aynı anda 4 mevsimi yaşama imkânı sağlar. Acil gibi bir bölümde çalışmak 2-3 günlük boşluklarınızın sık sık olmasını sağlar. O hale? Neden kışın 3 gününüzü ayırıp Palandöken’e kayak yapmaya gitmeyesiniz?

“Sloganınız; nöbetimi de tutarım, dünyayı da gezerim olmalıdır…”

Neden ilkbaharda eriyen karlara coşan Fırtına deresinde rafting yapmak için Çamlıhemşin’e gitmeyesiniz? Madem acilde çalışıyor ve gerçekten yoruluyorsunuz bütün bunlara hakkınız var! Bir nöbet çıkışı Kapadokya’ya gidin, mağara otellerden birinde kalın ve ertesi sabah balona binin. Bunu yapabilmek için dünyadan binlerce kişi yıllık izinlerini bekliyorlar. Acilci olmanın avantajlarını sonuna kadar kullanın. 

Amacınızın makine gibi çalışmak değil insan gibi yaşamak olduğunu sakın unutmayın!

Bu yazı Acil Tıp Bülteni’nin Ocak 2022 tarihli 10. sayısında yayımlanmıştır.

12 Nisan 2022 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
MercekSizden GelenlerTanıtımTATDsosyal

Avucundaki Öpücük

by İbrahim ALTUNOK 9 Nisan 2022
written by İbrahim ALTUNOK

Okula gitme kaygısı taşıyan Minik Rakun’un ve ona rehberlik eden annesinin hikâyesi. Ebeveynlerin ve çocukların çok seveceği sevgi dolu bir “sır” da içinde gizli.

Özlem Şirin

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, Psikoloji Bölümü Mezunu. Bir Sivil toplum örgütünde çocuk eğitimi üzerine çalışan bir psikolog. Çocuklarla bağ kurma konusunda çocuk kitaplarından ne denli faydalanıldığını birebir yaşamış bir anne… “Psikolog gözüyle” adı ile kendisne ayrılan bu köşede, kendi hayatında iz bırakan çocuk ya da yetişkin kitapları eleştirilerinden, ve bazen de bunlardan bağımsız bambaşka yazılarla okurlarının karşısında…

Okula başlamak, taşınmak, ilk defa arkadaşında yatıya kalmak gibi; çocuklar ve aynı zamanda yetişkinler için de kaygıya sebep olan gündelik konularla başa çıkma yöntemleri hediye ediyor bize Audrey Penn, üstelik yumuşak bir dokunuşla ve sıcacık bir oyunla…

Butik Yayıncılık’tan çıkan “Avucundaki Öpücük” çizimleriyle de okuyucuyu hemen yörüngesine almayı başarıyor. Yuvaya başlamak için pek de can atmayan bir Minik Rakun ve bu endişenin azalmasına yardımcı olmak için yavrusuna ihtiyaç duyduğu desteği, sevgi dolu bir oyunla sunan Anne Rakun’un hikâyesi ile tanışıyoruz.

İlk sayfada gözleri yaşlı, kaygılı, tatlı bir Rakun yavrusu bizi karşılıyor. Rakun’un mutsuzluğunun sebebini anlamamız ise bir cümle uzaklıkta. Minik Rakun, ebeveynlerin 2-3 yaşından itibaren duymaya başladıkları ve çocukların da söylemekten ne zaman vazgeçecekleri belli olmayan o tanıdık cümleyi söyleyiveriyor: “Ben okula gitmek istemiyorum, evde oyuncaklarımla oynamak istiyorum, salıncakta sallanmak istiyorum, evde seninle kalmak istiyorum…” Okuyucuların zihni ise otomatik olarak cümleleri şöyle tamamlıyor: “Anne ben senden ayrılmak istemiyorum.”

Annesi hak veriyor yavrusuna, evet başlarda okula gitmenin zor geleceğini ama sonra alışacağını iletiyor; yeni arkadaşlar edineceğini, yepyeni oyuncaklarla karşılaşacağını ve onlarla kim bilir ne de güzel oynayacağını anlatıyor. Ve okunacak yeni kitapları, sallanacak farklı salıncakları da…  Ama bunları sadece söylemekle yetinmiyor Anne Rakun, işe yarayacağına emin olduğu tatlı bir “sırrını” da Minik Rakun’la paylaşıyor.

“Okuldaki zamanının, evdeki kadar sıcak ve içten olmasını sağlayacak muhteşem bir sırrım var.”

Çocuklar ve hatta yetişkinler için dahi her daim merak uyandıran ve gizemini koruyan “sır” kelimesi karşısında, Minik Rakun gözyaşlarını kuruluyor ve annesine kulak kesiliyor. “Bir sır mı, ne tür bir sır?“

“Avucundaki Öpücük” diyor annesi, ben annemden öğrendim, o da kendi annesinden öğrenmiş, çok eski bir sır. Minik Rakun merakla açıyor gözlerini ve annesinin biraz daha açıklama yapması için hevesli hevesli kaldırıyor başını annesine doğru.

Annesi sana göstereceğim diyor, yavrusunun minik elini avucunun içine alıyor ve avucunun tam ortasına yumuşacık bir öpücük konduruyor. Minik Rakun annesinin öpücüğünün elinden koluna, oradan da kalbine ulaştığını hissediyor. O küçücük bedeni bu çok özel sıcaklıkla titreşiveriyor, Minik Rakun’un içi mutlulukla doluyor.

Ve ekliyor Anne Rakun; “Ne zaman yalnız hissedersen ve birazcık evdeki sevgiye ihtiyaç duyarsan, elini yanağına bastır ve şöyle düşün; annen seni seviyor, annen seni seviyor; o sırada bu öpücük yüzüne atlayacak ve içini sevimli, sıcacık hislerle dolduracak.” Bu sıcacık öpücükle Minik Rakun’un içi biraz rahatlıyor. Kaygısıyla başa çıkma yöntemi ile karşılaşmak kimi rahatlatmaz ki? Rakun’un gözleri ışıldayıveriyor yine boncuk boncuk.

Minik Rakun avucundaki öpücüğü çok seviyor ve artık nereye giderse gitsin annesinin sevgisinin onunla birlikte olacağını biliyor.

Taşınabilir bir anne sevgisi Ne de güzel bir sırmış bu. Bu sefer de başka bir telaş alıyor Minik Rakun’u. Ya “Avucundaki Öpücük” elinden düşerse, ya kaybolursa, ya silinirse… Hemen yetişiyor annesi imdanına ve anlatıyor güzel güzel, “merak etme elini açtığında düşmez, elini yıkadığında bile asla silinmez, kaybolmaz.”

Sevgiyi, tatlı ve içten bir öpücükle somutlaştırmak, avucuna hapsederek taşınabilir kılmak, ve ne olursa olsun asla çıkmayacağına da çocuğu inandırmak, soyut kavramları anlamlandırmakta zorlanan minikler için, ebeveynlere sunulmuş nasıl da muhteşem bir yöntem.

Audrey Penn’in bu kitabı, okuma zevkinin, çizimlerin büyüsünde kaybolmanın yanı sıra,  bir pedagog misali hayat kolaylaştıran bir yöntem sunarak ebeveynlere kucak açıyor. Sarılın

Artık okula gitme zamanı geliyor ve bu sefer, Minik Rakun annesinin eline bir öpücük konduruyor.

Artık annenin avucunda da bir öpücük var, ne mutlu! Minik Rakun annesinin parmaklarını yelpaze gibi açıyor, tıpkı onun yaptığı gibi. Ve annesine, ne zaman kendisinin sevgisini hissetmeye ihtiyaç duysa, avucunu yanağına koymasını ve “Minik Rakun beni seviyor” diye tekrarlamasını söylüyor, sonra hoplaya zıplaya okula gidiyor.

Minikler bilmiyor ki bir annenin yavrusunun sevgisini hissetmesi için öpücüğe ihtiyacı yoktur. O sevgi çünkü zaten annenin her hücresini sarmış durumdadır ve yıkansa bile asla çıkmaz

Öğretmenler ve çocuklara yönelik işler yapan profesyoneller için konferanslar veren ve çocuklar için eğitim programları düzenleyen Audrey Penn; 1993 yılından bu yana, bizi hikayeleriyle güzel yolculuklara çıkarıyor. Kitaplarıyla çocuk ve ebeveyn arasında, her iki tarafı da kaygılandıran konularla başa çıkma yöntemleri sunuyor. Ruth E. Herper ve Nancy M. Leak’in özgün çizimleri de bu okuma deneyimini zenginleştiriyor. 7 kitaplık bir serinin parçası olan Avucundaki Öpücük’le birlikte, serinin diğer kitapları da göz atmanızı öneririm.

Avucundaki Öpücük, Amerika Ulusal Eğitim Birliği’nce öğretmenlerin seçtiği ilk yüz kitap, Amerika Okul Kütüphaneleri Dergisi’nin seçkisine göre de ilk yüz resimli kitap arasına giriyor; aynı zamanda New York Times’ın çok satanlar listesinde de yer alıyor.

Neredeyse her gün avuçlarımın içinin öpülmesini ve sıcacık bir minik avucu öpmemi sağlayan bu kitaba bir teşekkür borçluyum. Hayatımızın çok tatlı ve vazgeçilmez bir rutini şu an “Avucundaki Öpücük”. Kimi zaman asansörden geri döndürdü bizi, kimi zaman otoparktan, bazen okul kapısından, hatta bazen de işten. Sayesinde “ya çıktıysa” diye ağlama krizlerini de kucakladık, “düşmesin” diye sımsıkı yumruk olmuş iki minik eli de… Bize hiç unutmayacağımız tatlı anılar kazandırdı bu sevgi dolu ritüel.

Unutmayın, “Bazen, annenizin veya yavrunuzun sıcaklığını hissetmek için, avucunuzu yanağınıza götürmeniz yeterli”

3 yaş üstü herkes, keyifle okuyun ve minik avuçları öpmeye hazır olun

Yazar: Audrey Penn

Çizen: Ruth E. Harper – Nancy M. Leak

Basım Tarihi: 2011

Sayfa Sayısı: 32 Sayfa

Yayınevi: Butik Yayıncılık

Bu yazı Acil Tıp Bülteni’nin Eylül 2021 tarihli 9. sayısında yayımlanmıştır.

9 Nisan 2022 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
RöportajTATDsosyal

Online Sunumlarınızı Üst Lige Taşıyın

by İBRAHİM SARBAY 6 Nisan 2022
written by İBRAHİM SARBAY

Online görüşmelerin mazisi internet kadar eski olsa da; online etkinliklerin “olağan” hale gelmesi pandemi dönemini bekledi desek, yanılmış olmayız. Seyahat kısıtlamaları ve enfeksiyon riski gibi nedenlerle yüz yüze eğitimlerin yapılamamasından kaynaklanan bu zoraki ilerleme, alışkın olmayan milyonlar için bir bilinmezlik denizi gibiydi. Bir dizüstü bilgisayar kamerası ve yerleşik mikrofonuyla başlayan macera; birçokları için profesyonel kameralar, mikrofonlar, ışıklar, perdelerden oluşan komplike sistemlere evrildi bile. Bu yazımızda, konunun uzmanlarından biriyle, Pediatrik Acil Tıp Uzmanı Dr. Tessa Davis ile gerçekleştirdiğimiz röportaja ve online sunumlarla ilgili önerilerine yer vereceğiz.

1) Merhaba! Bize biraz kendinizden bahsedebilir misiniz?

Birleşik Krallık’taki Royal London Hastanesi’nde Pediatrik Acil Tıp Uzmanı ve Londra Queen Mary Üniversitesi’nde (QMUL) Kıdemli Öğretim Görevlisiyim. Aynı zamanda bir pediatrik eğitim organizasyonu olan Don’t Forget The Bubbles’ın (DFTB) kurucu ortağıyım.

“Güne iyi bir başlangıç için erken kalkmam gerekiyor”

2) Günlük rutininiz nelerden oluşuyor?

Çocuklarıma iyi bir başlangıç hazırlayabilmek için 06:15’te kalkıyorum. Bir fincan çay alıyor, günlük görev listem için Omnifocus’a bakıyorum, ardından e-postalarıma ve Discord’a bakıyorum (Orada bir DFTB topluluğumuz var). Ayrıca DFTB YouTube kanalımızın son durumunu da kontrol ediyorum. 06:45, çocukları uyandırma ve okula bırakma zamanı. Sonrasında günüm ya klinik şifti, ya bazı QMUL çalışmaları (Eylül’de yeni bir Pediatrik Acil Tıp Yüksek Lisansına başlıyoruz), ya da bazı DFTB işleri (şu anda devam eden birçok projemiz var) şeklinde devam ediyor. Çocuklar eve geldikten sonra, en yoğun saatlerini onlarla birlikte geçirmeye çalışıyorum (17:00-19:30) ve bu sırada o gün yaşadıklarını konuşma fırsatı buluyoruz. Sonra biraz daha çalışıyor, köpeğimle yürüyüşe çıkıyor, bir süre kocamla vakit geçirdikten sonra, 23:00 civarında yatıyorum.

“Pandemi döneminde yaygınlaşan online eğitimler teknik ekipmanlarımı yenilemem için bir fırsat oldu”

3) Hangi bilgisayar ekipmanlarını ve hangi akıllı telefonu kullanıyorsunuz?

DFTB kapsamında online kurslar vermeye başladığımız, YouTube videoları hazırladığımız ve çok sayıda online eğitim gerçekleştirdiğimiz son bir yıl içinde, teknolojik ekipmanlarımı güncelledim. Üst lige çıkma vaktinin geldiğini hissettim çünkü.

Mac kullanıcısıyım, dolayısıyla bir Mac Mini kullanıyorum (Mac Mini M1 16GB). İki ekranım var. Ayrıca ek monitör olarak bir iPad kullanıyorum. Fotoğraf makinem Sigma f1.4 16mm lensi takılı Camlink’li bir Sony A6400. Teleprompter olarak, online öğretim ve videolar için harika bir ek oldu, üzerinde Lilliput A6s monitör bulunan bir Glidegear TMP 100‘üm var.

Sunum yazılımı olarak Ecamm kullanıyorum ve değişen sahneleri/slaytları/bindirmeleri özelleştirmek için bir Stream Deck kullanıyorum. Ses için, videolarımın ve sunumlarımın çoğunda shotgun mikrofon olarak bir Sennheiser MKE 600 kullanıyorum, ancak podcasting/yalnızca ses içeren işler için bir PodMic’im var. Birden fazla misafirim ve ek ses akışım olduğunda ses seviyelerini ve kaliteyi kontrol etmede harika olan bir Rodecaster Pro edindim. Ayrıca, çevrimiçi bir etkinliğin olduğu gün elektrik kesintisi yaşanması durumunda çaresiz kalmamak için yedek güç olarak bir PowerBank’ım var. Ve internet sağlayıcımdan aldığım hızı optimize etmek için Wi-Fi yerine ethernet bağlantısı kullanıyorum. Aydınlatma için iki Elgato anahtar ışık ve arka planımı daha ilginç hale getirmek için bir dizi başka ışık kullanıyorum.

“Herşeyin mükemmel olması için; ışık, kamera ve ses ekipmanlarımı düzenlemek için oldukça fazla kafa yoruyorum”

4) Günde kaç saatinizi internette geçiriyorsunuz?

Klinik günü mü, eğitim günü mü olduğuna göre değişiyor. Eğitim/klinik dışı günlerimde, günün büyük çoğunluğunu internette geçiriyorum.

“Don’t Forget The Bubbles topluluğu ile yenilikleri takip eden, destekleyen  ve öğrenen bir yapı oluşturduk”

5) En tutkuyla kullandığınız cep telefonu ve bilgisayar uygulamaları hangileri? Neden?

Omnifocus, görev yönetimi ve planlaması için gerçekten yardımcı oldu. Ecamm, sanal kamera aracılığıyla online sunum ve slaytların veya görüntülerin ekrana nasıl yerleştirileceği konusunda daha fazla kontrole sahip olmamda tam bir oyun değiştirici oldu. Yine Discord – DFTB topluluğunu Discord’a taşıdık ve orada güzel, destekleyici, öğrenen bir topluluk oluşturuyoruz.

“Üretkenlik için kendinize bazı sınırlar koymalısınız”

6) Üretkenlik için okuyucularımıza ne gibi önerilerde bulunabilirsiniz? 

En önemli önerim; görev yönetiminden gözünüzü ayırmayın! İşinize yarayan bir sisteme sahip olduğunuzda gerisi çok daha kolay bir şekilde yerine oturuyor. Kendinize bazı sınırlar koyun, böylece çalışarak geçireceğiniz zamanınız ve boş vakitleriniz belli olur.

“Online etkinlikler küresel çapta iletişim için kaçınılmaz”

7) Online etkinliklerin klasik etkinliklere göre avantajları olduğunu düşünüyor musunuz? 

Çokça! Ancak bence en önemlisi, klasik etkinliklerde sağlanamayacak şekilde küresel toplulukların kurulmasına ve iletişimlerine izin vermeleri.

8) Online etkinliklerinize nasıl hazırlanıyorsunuz ve hangi ekipmanları kullanıyorsunuz? Harika bir online etkinlik deneyimi için hangi ekipmanlar hayatidir?

Özenle hazırlıyorum. Platformunuzu ve ekipmanlarınızı baştan sona bilmek önemlidir, mutlaka problemler yaşayacaksınızdır. Teknolojinizi biliyorsanız, sorunları sakin ve hızlı bir şekilde çözebilirsiniz. Geçen yıl yapmaya başladığım bir şey, canlı yayına geçmeden önce canlı yayına geçmek.

“Büyük çaplı ve stresli bir canlı yayına geçiş anından kaçınmak için erken canlı yayın sistemini başlattım”

Bir yüz yüze etkinlikte, gerçek bir odada, siz hazırlığınızı yaparken katılımcılar içeri girer, yerleşir, herhangi bir sorunda onlara yardımcı olursunuz, sohbet edersiniz vb. Bunu çevrimiçi etkinliklerle de yapmalıyız. Şimdi, başlamadan yarım saat önce canlı yayına geçiyorum, her şeyin yolunda olup olmadığını kontrol ediyorum, sesimin çalışıp çalışmadığını kontrol ediyorum, yayını bekleyen konuşmacıyla sohbet ediyorum ve daha başlamadan önce yanlış giden şeylerin baskısı üzerimizden kalkmış oluyor.

Online bir etkinlik için iyi bir internete sahip olmak çok önemlidir. Benimkini, edinebileceğim en yüksek hıza yükselttim ama asıl önemli olan Wi-Fi yerine bir Ethernet bağlantısı kullanmak. Bu size daha istikrarlı bir akış sağlayacak ve maliyetleri de uygun.

Son bir yılda çok miktarda online etkinlik düzenlediğimiz için, teknoloji ekipmanlarım büyük oranda gelişti. Canlı yayın akışının yanı sıra izleyicilerin ne gördüğünü de izleyebilmek için bir kaç ekrana ihtiyacım var.

“Online etkinliklerde en önemli şey ekipmanlarınız”

9) Bir online etkinlikte konuşmacı olacaksam, nasıl hazırlanmalıyım?

Ekipmanlarınızı optimize edebilmek için elinizden geleni yapın. Ekstra para harcamadan ekipmanlarınızı en verimli şekilde kullanmanın birçok yolu var. Edinebileceğiniz en iyi kamerayı kullanmaya çalışın. Elinizdeki ışıklardan en iyi verimi alabilmek için hangi açıları kullanmanız gerektiğine karar verin ve kendinizi kadrajda doğru şekilde konumlandırın. Bununla ilgili bir YouTube videom var, onu izleyebilirsiniz https://youtu.be/62GpSZRkCiU.

Online konuşmacılar için önemli noktalardan biri, konuşma öncesinde ekipmanlarınızı konuşmanızı gerçekleştireceğiniz yerde ve cihazda test etmektir. Hoparlörlerinizi bir yerde test edin, her şey yolunda görünüyor olabilir. Ancak tamamıyla başka bir mekanda ve bilgisayarda canlı etkinliğe geçtiğimiz zaman izleyiciler hiçbir şey duymayabilir ve göremeyebilirler. Anlatacağınız konunun önemli olduğu aşikar; ancak izleyiciler sizi duyamaz/görmezlerse anlamlı bir bilgi aktarımı sağlayabilmek imkansız.

“Dünya Hibrit etkinliklerin daha yaygınlaştığı bir döneme giriyor”

10) Gelecekteki bilimsel etkinliklere dair öngörülerinizi okuyucularımızla paylaşabilir misiniz? Pandemi sonrasında bizi neler bekliyor? 

Bazı insanların fiziksel olarak etkinlikte olduğu ve diğerlerinin sanal olarak bağlantı kurduğu hibrit etkinliklerin yapılacağı ilginç bir dönem olacağını düşünüyorum. Her ikisini de iyi yapmanın gerçekten zor olduğunu düşünüyorum (yani içeriği çevrimiçi bir kitleye ve ayrıca etkinliğin fiziksel katılımcılarına sunmak). Bunu çok düşündüm ama henüz iyi bir çözüm bulamadım.

“Yüz yüze etkinliklerin yeri doldurulamaz ancak özellikle pandemi döneminin bize çok şey kattığını düşünüyorum”

11) Yakın gelecekte online eğitimin, yüz yüze eğitimin yerini alacağına inanıyor musunuz? Eğer öyleyse, aralarında herhangi bir fark olur mu?

Son iki yıldır Acil Durum ve Resüsitasyon Yüksek Lisans programında Pediatrik Yönetici olarak ders veriyorum ve tamamı çevrimiçi olan bir Pediatrik Acil Tıp Yüksek Lisans Programının Program Direktörü olarak eğitimlere başlamak üzereyim. Ve DFTB, eğitiminin çoğunu çevrimiçi yapıyor. Yüz yüze etkinliklerimizde elde ettiğimiz topluluk hissinin yerini hiçbir şey tutamaz. Bu nedenle asla tamamen değiştirilemeyecekler, ancak son bir yılda farkına vardığımız birçok fayda olduğunu düşünüyorum.

Çok teşekkürler!

Don’t Forget the Bubbles Hakkında
Don’t Forget the Bubbles, pediatrik acil tıp uzmanları için çevrimiçi tıp eğitimi sağlayan bir FOAMed blogu. 2013 yılında yayın hayatına başlayan blog 70’den fazla gönüllünün 600’den fazla yazısına ev sahipliği yapıyor.

Online Etkinlikler Düzenlerken Öncelik Verilmesi Gereken 9 Başlık
1- Yayın Kalitesi
Hiç kimse kocaman bir slayt görüntüsünün köşesinde yitmiş ufacık bir görüntünüzü ve cızırtılı bir mikrofondan gelen sesinizi sevmeyecek. Eğitimin kalitesini artırmak için, kaliteli ekipman kullanın ve izleyicilerinizin profesyonel bir yayın izlediklerini düşünmelerini sağlayın.
2- Canlı Yayının Avantajlarından Yararlanın
Gerçekleştireceğiniz canlı yayının, video kaydını izlemekten bir farkı olacak mı? Yazılı mesajlaşma ekranınız var mı, orada eğiticiler aktif olarak soruları cevaplandırıyorlar mı? Hazırladığınız anketlerin, “Biraz etkileşim olsun!”dan daha fazla bir anlamı var mı? (Çünkü lütfen olsun).
3- Bağlantı
Hepimiz katılımcılarımızla yan yana olmak istiyoruz. Ancak online etkinliklerde de harika bağlantılar kurmak mümkün. “Speed networking” uygulaması kullanmayı düşünün. Konuşmacılar katılımcılara isimleriyle seslensinler, konuşma fırsatı versinler. Yazışma ekranında yer alın. Katılımcılarınızla bağlantı kurmanın keyfini çıkarın.
4- Erişilebilirlik
Online etkinlikler düzenlemek size daha çok hareket alanı sağlar. Düşük ve orta gelir düzeyindeki ülkelerden katılan kişilere ücretsiz erişim sağlayın. Canlı transkripsiyon yazılımı kullanın. Oturum başlangıçlarında yardım edebilecek kişiler olsun. Konuşmaları kaydedin, daha sonra da erişilebilir olmalarını sağlayın.
5- Platformunuzu tanıyın
Kullanacağınız platformu önceden test ettiğinizden emin olun. Her düğmeye basın. Konuşmacılar, izleyiciler ekleyin – çıkartın. Böylece bir problem yaşandığında, neden kaynaklandığını çok daha hızlı bir şeklide tespit edebilirsiniz.
6- Aksaklıklara Hazır Olun
Ne kadar hazır olursanız olun, yolunda gitmeyen bir şeyler olacaktır. Daha önce yaşadığım bazı problemlerden edindiğim bazı tecrübeler: Hızlı internet kullanın, Ethernet ile internete bağlanın, yedek güç kaynağınız olsun. Yayında bir kesinti olması ihtimaline karşı, yazılı bir standart çalışma prosedürünüz olsun. Bir şeyler çalışmadığında araya girebilecek yedek videonuz olsun.
7- Ekibinizle Eğlenin
Öğretim, birbiriyle uyum içinde çalışan bir ekibiniz olduğunda çok daha başarılı olur. Ekibinizle yazışabileceğiniz, şakalaşabileceğiniz bir ek kanalınız olsun. Sahneye çıkmadan önce sanal yeşil odada eğlenin. Onlara değer verdiğinizi söyleyin ve birbirinizin enerjisini yükseltin!
8- Geri Bildirim Alın ve Dinleyin
Katılımcılarınızdan geri bildirim vermelerini rica edin. Ne kadar canınızı yakarsa yaksın her geri bildirimi detaylı olarak değerlendirin. Her tavsiyeyi kabul etmeniz gerekmiyor. Ancak işinize yarayabilecek olanları seçin. Sonuçta katılımcılardan değer görecek bir iş çıkarmaya çalışıyorsunuz.
9- Hep Bir Adım İleriye
Hatalarınızdan ders alın ve her yaptığınız iş, bir öncekinden iyi olsun. Katılımcılarınıza iyi bir deneyim sunabilmek için aktif çaba gösterin.

Bu yazı Acil Tıp Bülteni’nin Eylül 2021 tarihli 9. sayısında yayımlanmıştır.

6 Nisan 2022 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
Sizden GelenlerTanıtımTATDsosyal

Rize ve Hopa’da Acil Tıp Uzmanı Olmak

by Fatma Selman 3 Nisan 2022
written by Fatma Selman

Uzm. Dr. Derya Yılmaz

2014 tarihinde Akdeniz Üniversitesi Acil Tıp Anabilim Dalından uzmanlığımı aldım. Acil servisimizin çalışma koşulları çoğu hastaneye göre çok iyi olması, hasta sayılarımızın makul sayıda olması, çalışma arkadaşları ve hocalarımızın desteğinin sürekli yanımızda olması, güvenlik koşullarının da çok da kötü olmaması nedenli yuvadan uçup başka yerde acil uzmanlığı yapacak olmak bana çok zor gelmişti. İlk olarak tayinim Rize Devlet Hastanesi’ne çıktı. İlk nöbette eş durumu ile tayinimi Hopa’ya istemeye karar verdim. Nasıl bir nöbet geçirmişsem artık.

“Hopa’ya tayin kararımdan hiç pişman olmadım”

Hopa Devlet Hastanesi’nde 2,5 yılım geçti. Sağlık ocağına yapılan eklemelerden oluşan küçücük bir acildi. O kısıtlı imkanlarla ne hastalara bakım hizmeti sağladık, yaptıklarımıza şu an bile şaşırıyorum. Hopa sel felaketini oradaki tüm doktor arkadaşlarım ile birlikte çok güzel bir şekilde yönettik. Monitörler, triaj alanları, mekanik ventilatör, ihtiyacım olan tüm cihazlara ve ilaçlara istifa etmeme 2 ay kala yeni yapılan hastane binasında ulaştım. Bir uzman arkadaşım oraya atanacak olursa kurulu düzeni olan güzel bir hastane ile karşılaşacaktır. Kısmet işte…

“Aile sıcaklığındaki insanlar + Keşfettiğim harika yerler = Mecburi hizmet”

Mecburi hizmet denilince benim aklıma aile sıcaklığındaki dostluklar, gezilen yerler ve bitmeyen yağmur, aşkla izlediğim gün batımları geliyor. Hadi kışın gri yağışlı havayı insan kabulleniyor da yazın da olunca benim gibi güneş insanı zorlanıyor biraz. Yine de o yeşilin sebebi bitmeyen yağmurlar olduğundan ona bile sempati duyuyor insan. Yaylası, gölü, deresi, şelalesi ile cennet gibi olan iki il Artvin ve Rize’de mecburi hizmet yapınca gezilecek listesinin yarısını bitiremeden gözüm arkada kalarak döndüm Antalya’ya.

“Yayla gezilerinde yaşadıklarımız unutulmaz”

Zamanı geri alabilsem; mecburi hizmete başladığım ilk gün bir liste yapıp her yeri görmeye çalışırdım. Karadeniz coğrafyasında rahat bir şekilde gezebilmek için 4×4 araç çok önemli bir konudur. Yaylalarına rehber eşliğinde gidilmesini tavsiye ediyorum. Yayla yolları çok tehlikeli ve kötü oluyor. Bir de sis olursa yolu görmek mümkün olmuyor. Rehberin sis nedenli önünü görememesi ve yolun diğer tarafının uçurum olması nedeniyle boncuk boncuk terlediğini, başka bir aracın arka tekerleğinin uçuruma düştüğünü gördü bu gözler…

Kıyafet konusuna gelirsek; araçta sürekli uzun yağmurluk taşımanızı öneririm. Temmuz ayında bile kaldığımız yaylada akşam kalın, sabah ince giysiler giyinmiştik. O yüzden bütün hava şartlarına hazırlıklı olmak ve tabii ki en önemlisi su geçirmez ayakkabınızı unutmamalısınız.

“Memleketimin insanı sever de üzer de”

Yayla hayatında konaklama konusunda çok fazla beklentiniz olmasın. Az konfor, bol manzara ile yetinmeli, işletme sahibi ile inatlaşmamalısınız. Ayılara da dikkat etmek gereklidir. Yeşillikler içinde yürürken bir ayı ile karşılaşmak olası bir durumdur. Allahtan bu başıma gelmedi. Ama kardaki yabani hayvan ayak izlerini gördüm.

Hopa, Arhavi ve Kemalpaşa hepsi küçük ilçelerdir. Bu ilçeleri bir bütün olarak düşünmek doğru olacaktır. Yeme içme konusunda; Yalı, Çakıl, Serender, Fener gidilebilecek restoranlardan bazılarıdır. Yenilecek şey belli, mevsimiyse mezgit ve her öğün muhlama tabii ki. Kaymaklı yapan yer varsa kesinlikle bunu denemelisiniz. Lale ve Hüsrev adlı restoranların kuru fasulyesi çok övülse de, bana çok yağlı ve çok salçalı geldi. Turşu kavurması, Laz baklavası mutlaka tadına bakılması gereken yiyeceklerin başında. Rize’de mutlaka et ve sütlaç yemelisiniz. Sütlaç bol fındıklı ve yumurtalı olmalı. O kadar güzeldir ki yemeye başlayınca duramıyorsunuz, 3 kaseyi bitireni biliyorum.

Rize’deki benim gittiğim güzel restoranlar arasında Ziyafet, Huzur ve Yusufeli Kuzu Döner’i sayabilirim.  Kahvaltı için manzarasından da memnun kalacağınıza emin olduğum Dağmaran’ı tavsiye ederim.

Gelelim Karadeniz’deki denize girilebilecek lokasyonlara; Kemalpaşa’da Kopmuş plajında ve Fındıklı’da kıyıcık plajında rahatlıkla denize girilebilir. Yakınlarında bir alışveriş merkezimiz bile var “İstanbul Bazaar”.

“Efsane bir gün batımının adresi: Hopa”

En popüler yerlerin başında Ayder Yaylası gelir. Üzgünüm ki; 7 yıl önce bile Arapça tabelalar, gereksiz betonlaşma, inanılmaz kalabalık vardı. Uzun Göl’de de benzer durum yaşanıyor. Ama yine de görmek ve misafirlerinizi gezdirmek için gidiyorsunuz. Ayder’in yakınında Gelin Tülü Şelalesi’ni görebilirsiniz. Rize’ye bağlı Çamlıhemşin dizi çekimlerinin yapıldığı hayran olduğum yerdir. Çamlıhemşin’e geziye Yeşil Vadi Restoranda keyifli bir kahvaltı ile başlayabilirsiniz. Özellikle kaymaklı muhlaması süperdir. Sonra Fırtına deresi üzerindeki köprülerde manzarayı izleyip Zil Kale’ye gidebilirsiniz. Aynı gün Rize’nin en büyük debili şelalesi Palovit Şelalesi’ni görebilirsiniz. Buralar turların da gezdiği yerler olduğundan özellikle hafta sonları çok kalabalık oluyor.

Yaylalardan Avusor, Pokut, Sal, Elevit, Hazindak, Samistal, Huser gezdiklerim. 4 günlük bir tur ile gezmiştim ama tadı damağımda kaldı. Bu gezinin hakkı aslında 1 hafta, sakin sakin gezmek mükemmel olurdu. Her yıl izin zamanımda tekrar mı gitsem diyorum. Pokut ve Sal yaylaları yan yana zaten. Pokut hayatımda gördüğüm en güzel yerlerden biri. Sal ile Aralarında güzel bir patika var. Onbeş dakikada iki yayla arasını yürüyerek geçebiliyorsunuz. İkisini bir günde görebilirsiniz. Hazindak’ın özelliği süslemeli ahşap Ermeni evleri. Evlerin kapıları birbirini görmeyecek şekilde planlanarak yapılmış.  Eğer Huser sisli değilse, resimlerde görülen o mükemmel bulut üstünde uçuyormuş görüntüleri yakalabilirsiniz. Bu şans bana nasip olmadı maalesef.

Artvin’de ise Borçka Karagöl, Kafkasör yaylası, Mençuna Şelalesi, Maçahel vadisi ve Maral şelalesi görülmesi gerekli yerler arasındadır. Şavşat ile Karagöl arasındaki yol 3 saat kadar sürüyor. Her gidenin Borçka Karagöl’ü daha çok beğendiğini söylemesi üzerine Şavşat tarafına biz gitmedik. Mençuna şelalesi ve Çifteköprüler Arhavi’de olması nedenli evimize daha yakın olduğundan, misafirlerimizi ilk olarak getirdiğimiz ve kendimizin de gitmekten çok zevk aldığımız yerlerin başındaydı. İlk önce Çifteköprü’ye gider köprüde resim çekilirdik. Oradaki kafede ufak bir kahve molası sonra misafirimizi büyülenmesi için Mençuna Şelalesi’ne götürürdük. Şelaleye araçla gidilebilecek yol sonrası yaklaşık 20 dakikalık bir yürüyüş ile ulaşıyorsunuz. Şelalelere giderken yanınızda yağmurluk ve kalın bir kıyafet getirmeyi unutmayın. Su ve yiyecek bir şeyler de götürmenizde fayda var. Kafkasör Yaylası’nda boğa güreşi yapılıyormuş ama ben görmedim. Görmek istediğimden de emin değilim.

“Karagöl muhteşem bir ekosistem sunuyor”

Borçka Karagöl kesinlikle gidilmesi gereken bir yer. 2002 yılında tabiat parkı olarak kabul edilen Karagöl Tabiat Parkı oldukça geniş bir alana sahip. İçerisinde binlerce tür bitki ve hayvana ev sahipliği yapıyor. İçerisinde kahve veya çay içebileceğiniz ve atıştırmalık bir şeyler yiyebileceğiniz ufak bir yer var. Borçka Karagöl’de kardeşlerimle kamp yapmıştık. İlk kamp deneyimim olmasından mı kurtların ulumalarının çok yakından gelmesinde mi bilemedim çok rahatsız bir gece geçirmiştim. Ama kesinlikle ay ışığındaki manzara ile uyuyup sabah gölün mükemmel manzarası ile uyanmak çektiğiniz tüm sıkıntıya değer.

“Maral Şelalesi cennetten bir köşeyi andırıyor”

Maral şelalesi Dünya’daki cennet olarak anılan bir yer, Borçka ilçesindeki Maralköy Köyü’nde bulunuyor. Köy merkezinde yer alan camiden 7 km uzaklıkta bulunan şelalenin 6 kilometresini araçla gidebiliyorsunuz ancak son 1 kilometreyi güzel bir doğa yürüyüşü yaparak gitmeniz gerekiyor. Mençuna ve Maral şelalesinde içimde hissettiğim coşku, mutluluk, hayranlık kesinlikle aynıydı. İnsanın içinden gülmek, bağırmak, coşmak geliyor. Palovit çok kalabalık olduğundan insan fırsat bulup bir şey hissedemiyor. Herkes resim çektirmenin derdinde birbirini bekliyor. Oldum olası doğanın içinde sessiz sakin yerleri sevmişimdir. Acil uzmanı olmanın benim için en güzel tarafı da budur. Gezilecek yerlere hafta içi giderek tadını çıkarabilirsin.

“Sümela Manastırı’nın manzarası ile büyülenmeye hazır olun”

Trabzon’da Uzun Göl (önceden de belirttiğim gibi turistlerin istilası ve betonlaşma nedenli yazık edilmiş bir yer), Sümela Manastırı ve Maçka gidilebilecek yerlerin başında geliyor. Sümela Manastırı kalabalığa, insanın sinirini bozan duvar yazılarına ve tahribatlara rağmen; manzarası, tarihi ile kesinlikle görülmesi gereken yerlerin başında geliyor. Maçka Hamsiköy memleketim diye demiyorum yine cennetten bir köşe. Niyazi Usta’nın sütlacını övseler de; Rize’deki sütlacın yerini kesinlikle tutamaz. 

“Kapı komşumuz Gürcistan’ı görmeden olmaz”

Tabii konu Karadeniz olunca ve Gürcistan sınırında hizmet verip de Gürcistan’a gitmemek olmazdı tabii. Biz sadece Batum’la yetindik, Tiflis eksik kalanlar listemde maalesef. Hopa halkının tercih nedeni genellikle Casinolar olsada; değişik mimarisi ile beni cezbeden binalarını ve güzel sahilini görmenizi tavsiye ederim. Nüfus cüzdanı, geçmek için yeterli olsa da gümrük kapısından geçmek biraz işkenceli olabiliyor. Özellikle günübirlik turların geçiş saatlerine denk geldiyseniz uzun saatler içeri girmek için beklemeniz gerekebilir. Yine de sahilinde gün batımı izlemek, Avrupa veya Piazza Meydanı’nda bir kahve içmek insanın ruh halini değiştiriyor. Astronomik Saat, Alfabe kulesi, Ters Ev, St. Nicholas Kilisesi, Tiyatro Binası küçük bir alanda hemen görebileceğiniz yerlerin bazıları. Poseidon-Neptün Çeşmesi nedense giden her Türkün yüzünde muzip bir gülümseme yaratıyordu. Gitmişken Gürcü gazozunu, Khinkali (hıngal) ismini verdikleri mantı çeşidini, bizdeki Karadeniz pidesinin farklı bir yorumu olan Haçapuriyi de denemeyi ihmal etmeyin derim.

“Doğu Karadeniz’de mecburi hizmet insana verilen bir şanstır; iyi kullanmak, güzel gezmek tadını çıkartmak gerektirir”

Hopa uzman olarak çalıştığım ilk göz ağrım. Yazıyı yazarken hatırlayamadığım birkaç yerin ismini sormak için aradığım, hala orada başhekim olan arkadaşımın dediği gibiyse Hopa beni ben Hopa’yı unutamadım. O yüzdendir ki Hopa’ya girdiğinizde ilk üst geçitte yazan “Hopa’yı gördüğüm ilk dönemeçten sapalı anladım bendeki ruh da ezelden beri Hopalı” sözü gerçektir.

Bu yazı Acil Tıp Bülteni’nin Eylül 2021 tarihli 9. sayısında yayımlanmıştır.

3 Nisan 2022 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
MercekTATDsosyal

Etkin Zaman Yönetimi İçin Eisenhower Yöntemi

by İBRAHİM SARBAY 31 Mart 2022
written by İBRAHİM SARBAY

Cep telefonlarından bilgisayarlara, televizyonlardan tabletlere kadar uzanan geniş bir uyaran fazlalığı, bu satırları okurken bile muhtemelen duyacağınız o tanıdık bildirim sesi ve sosyal medyada bir şeyi kaçıracağımız korkusu (FOMO) belki de bu problemin en önemli kaynakları olarak sayılabilir.

“Üretkenlikte zorlanma çağımızın en önemli problemlerinden biri”

Bir insanın sürdürdüğü işin saatte ortalama 4-12 kere kesildiği tahmin ediliyor. Bir kere kesilen işimize yeniden aynı motivasyonla dönebilmemiz içinse en az 10-15 dakika gerekiyor. Basit bir dört işlem, neden üretken olamadığımızı açıklamaya yeter sanırım.

“HAYIR diyebilmeyi öğrenin”

Öyleyse ne yapmalı? Etkin zaman yönetimini sağlayabilmek ve üretkenliği artıracak çeşitli “hilelere” başvurmak, en önemlisi de “Hayır” diyebilmeyi öğrenmek liste başını çeken tavsiyeler.

Bu yazımızda, sizlere zaman yönetimi açısından büyük yarar sağlayabilecek bir yöntem olan Eisenhower Yöntemi’nden bahsedeceğiz (Zaman Yönetimi ile ilgili ipuçları ilginizi çekecek olursa, gelecek sayılarımızda başka yöntemlere de yer verebiliriz).

1953-1961 yılları arasında ABD Başkanlığı yapmış olan Dwight D. Eisenhower’a atfedilen bir sözde şöyle diyor: “İki çeşit problemim var: Acil olanlar ve önemli olanlar. Önemli olan ne varsa nadiren acildir ve acil olan ne varsa nadiren önemlidir.”

Eisenhower Yöntemi, bu sözden yola çıkarak, yapmayı planladığımız işleri önemli/önemli değil, acil/acil değil şeklinde gruplandırarak değerlendirmemizi salık veriyor.

Hemen şimdi elinize bir kalem kağıt alıp; enine ve boyuna ikişer sütundan oluşan basit bir tablo çizin. Boyuna sütunlar, acil olan ve acil olmayan görevleri; enine sütunlar ise önemli olan ve önemli olmayan görevleri temsil etsin. Yapmanız gereken bütün işleri bu tabloya yerleştirin.

İki gün içinde hazırlamanız gereken bir yazı var ve bütün çalışmanız hala kalbiniz kadar temiz bir sayfadan mı ibaret? Üstelik bu yazı kariyeriniz için yüksek öneme sahip ise bu görevi, “Önemli” ve “Acil” sütunlarının kesiştiği boşluğa yazmalısınız. Yapacaklarınızı bu şekilde tabloya yazdıktan sonra biraz geriye çekilin ve şöyle bir bakın.

Eisenhower matrisindeki sütunlar;

Önemli ve Acil: Bu işleri hemen yapmanız gerekiyor.

Önemli ama Acil Değil: Başlamak için kesinlikle zaman ayarlamalısınız; ancak hemen değil, yakın bir gelecekte.

Önemli Değil ama Acil: Mümkünse bu görevi bir başkasına devretmeyi düşünün.

Önemli Değil ve Acil Değil: Böyle bir işi neden yapmanız gerektiğini tekrar değerlendirin. Muhtemelen yapmanız gerekmediğine karar verecek ve listenizin dışında bırakacaksınız. Üstünü çizin ve gerçekten size yarar sağlayacak görevlere yönelin.

Eisenhower Yöntemi’nin en güzel tarafı yapılacaklar listeniz için bir zaman sınırlamanız olmamasıdır. Beş yıl sonrası için gereken bir görevi de, yarına lazım olan bir işi de aynı tabloda temsil etmek mümkün.

Bazı görevler için doğru kutuyu bulmak zor olabilir. Ancak bu tablo, sizin tablonuz ve “Acil” ve “Önemli” kavramlarının sizin için, size göre değişebileceğini ve kimsenin sizi yargılamadığını unutmayın. Tabloda özellikle “Önemli Değil ve Acil Değil” kutunuza dikkat edin. Bu kutunuzun boş olmaması, gereksiz görevleri şimdiden başınızdan atmış olduğunuzu gösterecektir.

Şimdiden kâra geçtiniz bile.

Bu yazı Acil Tıp Bülteni’nin Eylül 2021 tarihli 9. sayısında yayımlanmıştır.

31 Mart 2022 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
MercekSizden GelenlerTATDsosyal

Hasta ve Hasta Yakını ile İletişim

by İbrahim ALTUNOK 28 Mart 2022
written by İbrahim ALTUNOK

“Her an gülümse, boşver ne düşündüğünü bilmesinler. Ve her şeye rağmen patlat bir kahkaha, bırak neden güldüğünü merak etsinler.” 

Gabriel García Marquez

İletişim, kişi ve çevresi arasındaki iki yönlü ilişkiyi ilgilendiren aşamaların bütünü olarak tanımlanabilir. İnsanlar arası iletişim; rahatlama, problem çözme, stresi giderme, bilgi verme, ilişkileri biçimlendirme, duyguları açıklama, ikna etme ve karar verme şeklinde farklı amaçlara hizmet eder.

İletişim, duygu, düşünce ve anlamların naklini ya da değiş tokuşunu içeren dinamik, akıcı, devamlı ve değişken bir süreçtir.

Düşüncelerimizi sözcüklerle, duygularımızı ise daha çok sözel olmayan davranışlar yoluyla gösteririz. Göz teması, fiziksel yakınlık ve yüz ifadeleri sözel olmayan iletişim davranışlarıdır. Ülkemizde çoğu acil serviste yüzlerce hasta ve kontrolümüz dışındaki onlarca sistem sorunları ile uğraşırken bir yandan da hasta bakmak elbette yüz ifadelerimizi ve hasta ile yakınlık kurmamızı zorlaştıracaktır. Ancak asık bir yüz ifadesiyle muayeneye başlamak tüm tanı ve tedavi sürecimizi olumsuz etkileyecektir.

Acil tıp hizmetleri açısından bakıldığında ilgili sağlık personeli ile hasta yakınları arasındaki iletişim, genellikle acil servis girişinde başlar. Acil servis çalışanlarının hasta yakınları ile iletişim kurma yetenekleri, hastanın acil servise kabul edilmesinden itibaren tüm tanı, tedavi ve taburculuk aşamalarını etkileyebilir. Bu etki aynı zamanda verilen tedavinin sonuçlarını da etkilemesi bakımından önem arz eder.

“Anamnez sürecinin temeli iletişimdir”

İletişim doğru tanı koymanın en önemli adımı olan anamnez aşamasının temelini oluşturur. Yeterli olmayan bir anamnez ile doğru tanı ve başarılı bir tedavi süreci sağlamak mümkün değildir. Ayrıca sağlık personelinin hasta ve yakınları ile iletişiminin niteliği; hoşnutluk düzeyini, tedaviye uyumu ve bununla bağlantılı olarak klinik sonuçları önemli ölçüde etkilemektedir.

“İletişimin amacı hastaya ulaşmaktır”

Sağlık çalışanları için iletişimin amacı, hizmet verdiği bireyi ve sorunu tanımak, nasıl bir yardıma ihtiyacı olduğunu belirlemektir. Bu amaçla kurulmak istenen iletişim için sağlık çalışanları beden dili, ses tonu ve sözcükler gibi iletişim araçlarına ilave olarak etkin dinleme ve duygudaşlık kurabilme gibi iki önemli iletişim aracını da kullanabilmelidir.

“Hekim-hasta ilişkisinde güç dengesi hekim lehinedir”

İlişkinin doğru kurgulanmasında -profesyonel taraf olması hasebiyle- hekime daha fazla bir sorumluluk düşmektedir. Hasta ile hekim arasında kapatılması mümkün olmayan bir bilgi asimetrisi mevcuttur. Hasta, bilgisi olmayan, öngöremediği, ölçüp değerlendiremediği bir konuda yaşamsal önemi haiz, vazgeçilemeyen, ertelenemeyen, ikame edilemeyen ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır. Bu durum, onu hekim karşısında çaresiz, mahkûm ve boynu bükük kılar.

“Hekim hastasına karşı tamamlayıcı bir davranış biçimi geliştirmelidir”

Bu dengesizlik, hekimin hastasına söz konusu sorunla ilgili geniş bilgi vermesi; hastanın sorularına olabildiğince açık olması; soru ve endişelerini dile getirmesi için onu cesaretlendirmesi; ilişki sırasında hastadan kaynaklanan hata ve eksikliklere tepkisel davranma yerine tamamlayıcı davranış biçimi geliştirmesiyle giderilebilir.

“Bazen sadece karşılıklı kısacık bir sohbet hastalığın tanı ve tedavisinin temelini oluşturabilir”

Hekim, hastanın ihtiyacının sadece hastalığının tanı ve tedavisiyle sınırlı olmayıp; bilgi edinme, sorularına yanıt bulma, teselli alma, semptomlarından kurtulma gibi talep ve beklentileri olduğunu ve bunları da karşılamakla yükümlü olduğunu unutmamalıdır. Hasta hekim ilişkisinin çerçevesi, sadece anamnez alma, muayene, teşhis için gerekli inceleme ve girişimlerin yapılması, tanının konması ve tedavinin düzenlenmesi ile sınırlı tutulmamalıdır. Hastanın hastalığıyla başa çıkması için gereksinim duyacağı her türlü bilgi, beceri ve motivasyona sahip kılınacak şekilde eğitilmesi, cesaretlendirilmesi, sorularının yanıtlanması, endişe ve korkularının giderilmesi, teselli edilmesi ve tedaviye katılımını sağlayacak şekilde bir partnerlik kurulması esas olmalıdır.

“Hastayı tanı ve tedavi sürecine katmak aynı zamanda hukuki sorumluluk paylaşımı için de gereklidir”

Hastanın tanı-tedavi sürecine katılması ve sorumluluk üstlenmesi ve tıbbi kararlara katılımı, hekimin de lehinedir. Hekim bu sayede hukuki sorumluluğu paylaşır. Ortaya çıkabilecek komplikasyonları ve istenmedik durumları azaltabilir ve böyle durumlarda hasta ve hasta yakınlarının tepkilerini kontrol edebilir. Tedavisinin ve uyguladığı girişimlerin istenilen sonucu verme, başarılı olma oranını yükseltmiş olur.

“Paternalist hekimlik uygulamaları artık geride kaldı”

Hasta-hekim ilişkisinin doğru kurgulanmasının önündeki en büyük engellerden biri paternalistik (buyurgan) hekimlik uygulamalarıdır. Kendi değerlerini (mesleki, bilimsel, etik, politik…) esas alarak hastasını yöneten, kararları kendi başına veren ve hastadan mutlak bir itaat bekleyen buyurgan hekim anlayışıyla optimal bir hasta-hekim ilişkisi kurulamaz. Hastanın değerlerine ve kendi hakkında karar verme yetisine saygı duyarak tanı-tedavi sürecinin her aşamasında hastasına bilgi veren, sorularını yanıtlayan, endişelerini gideren, her adımda hastasının onamını alarak ilerleyen katılımcı hekimlik uygulamalarının geliştirilmesi gerekmektedir.

“Hasta-hekim ilişkisinde iki farklı felsefî model (paradigma) söz konusudur”

Hekim Merkezli Tıp uygulamalarında teşhis-tedavi sürecinde aktif olan, yönlendirici, hatta belirleyici olan hekimdir. Bu uygulamada, hekim daha önceden edindiği bilgi ve birikimlerinin ışığında kendisine başvuran hastasını muayene eder, tanı ve tedavi için gerekli gördüğü girişimleri planlar ve hastadan bunlara tam bir itaat ister. Hasta, hekimle karşılaştığı andan itibaren bütün inisiyatifi hekime verir ve tamamen edilgen bir konuma itilir. Soruları hekim sorar ve kararları yine hekim verir.

Hasta Merkezli Tıp pratiğinde ise, hasta, hekim otoritesi gölgesinde kalmaktan korunmuştur. Hastalara sorunlarını rahatça ifade edebilmeleri için yeterli süre verilir; kafalarındaki her türlü soruyu sormaları için cesaretlendirilir; yakınmaları ve sağlığı hakkında ayrıntılı sorular sorularak hastanın hastalığıyla ilgili tüm algı, düşünce ve yorumları öğrenilir.

“Hasta merkezli tıpta, hekimin görevi hastalığı değil, hastayı tedavi etmektir”

Hekim bir taraftan hastalığın ne olduğu sorusuna yanıt ararken; diğer taraftan hastalığın hasta tarafından nasıl algılandığı ve hastanın yaşamında ne tür değişiklikler meydana getirdiği, onun için ne anlam taşıdığını öğrenmeye çalışır. Sadece sorunu gidermekle yetinmez; sorunun yol açtığı tüm olumsuz sonuçların da ortadan kalkması için çaba sarf eder. Bu bakımdan, hekim öncelikle hastanın dünyasında sorunun boyutlarını tüm ayrıntılarıyla tespit etmelidir. Tanı tedavi sürecinde hastayla ilgili her türlü karar, hasta tarafından verilmelidir. Hekim hasta yerine karar vermek yerine; hastanın doğru kararı verebilmesi için onu bilgilendirmeli, farklı seçenekleri, alternatif yaklaşımları getirisi götürüsüyle birlikte ona açıklamalıdır.

“Hastalar çoğu zaman soru sormasa da cevapları duymak ister”

Hekim hastasının dile getirip soramadığı, çekindiği soruları fark ederek, bunları da yanıtlamalıdır. Her hasta açıkça ifade edip soramasa da genellikle, şu tür soruların yanıtlarını hekiminden almak ister: “Ben hasta mıyım? Hastalığımın adı nedir? Neden bu hastalığa yakalandım? Nasıl bir hastalık? Bulaşıcı mıdır? İrsi midir? Öldürücü müdür? İyileşecek miyim? Ne ölçüde iyileşebileceğim? Hastalık yaşamımı, geleceğimi nasıl etkileyecek? İlaç kullanacak mıyım? Hangi ilacı, ne zaman, ne kadar, nasıl kullanmam gerekiyor? İlaçlara ne kadar devam edeceğim? İlaçların yan etkileri var mıdır? İlaç dışında nelere dikkat etmeliyim? Özel bir perhiz, egzersiz ya da istirahat gerekiyor mu? Bir daha hastalanmamak için ne yapmalıyım? Kontrole gelecek miyim? Ne zaman?” Başarılı bir hasta hekim ilişkisinde bu tür soruların yanıtları, sorular sorulmasa da verilmelidir.

“Özellikle kalabalık acillerde hastalara yeterli süreyi ayırmak imkânsız”

Ülkemizdeki kalabalık acil servislerde hasta ve hasta yakınlarının dile getiremediği sorulara cevap vermek bir yana; sorulan soruları yeterli içerikte cevaplamak dahi zor olabilir. Ancak gerçek mana da hasta ve hasta yakınlarının kafasındaki soru işaretlerini en düşük seviyeye indirmek hem hasta-tedavi uyumu hem de memnuniyet açısından çok önemli bir köşe taşını oluşturmaktadır. Bunlara ek olarak mükemmel olmaya çalıştığımız ve tam bir süper kahraman gibi tüm sorunlarla uğraştığımız acil servis yapılarımız içinde, eksik kaldığımız noktalarda hasta ve yakınlarıyla kurduğumuz doğru iletişim sayesinde eksiklerimizi kapatabiliriz. 

“Akıllı adam aklını kullanır. Daha akıllı adam başkalarının da aklını kullanır”

Bernard Shaw

Hekim tanıda kullanılan modern teknoloji ve laboratuar desteğine güvenerek, hastasından ayrıntılı anamnez almayı ihmal etmemelidir. Hasta-hekim ilişkisi her ne kadar hastayı önceleyen bir kurguya sahipse de, bu ilişkinin hekime zarar verici bir duruma dönüşmesi düşünülemez.

Hekimin gücünü aşan aşırı sorumluluk ve iş yükü altında bırakılması; sağlığını tehdit edecek risklere maruz bırakılması; emeğinin ve zamanının istismar edilerek angaryaya tabi tutulması; hakaret ve saldırılara uğratılması; onurunun rencide edilmesi; işini yerine getirmesi için gereksinim duyduğu meşru taleplerinin (mesleki gelişim, güncel tıbbı uygulama, baskı altında kalmadan bilime ve etiğe uygun karar verme, tanıklıktan çekilme, hastayı reddetme, doğru bilgi alma, iyileşme garantisi vermeme, emeğinin karşılığını alma gibi…) göz ardı edilmesi bu bağlamda ilk akla gelen kabul edilemez durumlardır.

Ülkemizde çok sık rastlanan ve caydırıcı cezalar verilmedikçe, toplumsal bilinçlendirme artmadıkça azalmayacak miktarda sağlık çalışanına yönelik şiddet vakaları yaşanmaktadır. Bu vakaların birincil faillerini çoğunlukla hasta yakınları oluşturmaktadır. Bu konuda dernekler ve sivil toplum örgütleri elbette ki çalışmalar yapmakta ve bu şiddetin önüne geçmek için çözümler üretmek için çabalamaktadır.

“Zarar görmeden atlatmak için şiddet ortamını sezmek ve buna uygun strateji oluşturmak da bizim görevlerimiz arasında”

Bunun yanı sıra biz hekimlerin de çalışma ortamlarında şiddet girişimlerini önceden sezmek ve buna göre strateji belirleyip zarar görmeden olayları atlatmamız gerekmektedir. Bu konuda hasta veya yakınlarının şiddet potansiyelinin tanınabilmesi, acil servis ekibinin, durumun tırmanmaması için önleyici davranışta bulunması sağlanabilir.

Şiddete doğru tırmanışın belirtilerini gösteren bazı işaretler vardır.

Hasta veya yakınının Duruşu mesela en önemli belirteçtir. Gergin, sedye kenarında oturmayı tercih eden veya uzanıp sedyenin kenarlıklarını sıkıca tutan bir kişi potansiyel şiddet eğilimine örnektir.

Kişinin Konuşma şekli bir diğer önemli şiddet eğilimi belirtecidir. Yüksek sesle, sinirli bir tavır takınmış, tiz tonlarda ve ısrarcı bir şekilde konuşmak şiddet gösterme eğilimine bir basamak kaldığını düşündürmelidir.                           

Kişinin Agresif ve tehditkar ifadeleri vebelirlitekrarlayan Motor Aktiviteler örneğin volta atmak, sürekli vücut pozisyonunu değiştirme, tekrarlayan oturma – ayağa kalkma – uzanma hareketleri de şiddet potansiyelinin göstergeleri arasında sayılabilir.

“Şiddet, yetersiz kimsenin son barınağıdır”

Isaac Asimov

Tabii ki acil servis hekimleri olarak şiddetin her türlüsüne karşıyız ve şiddeti engelleme konusunda elimizden geleni yapacağız ancak şiddet ihtimali oluşan durumları önceden sezmeli ve buna göre savunma stratejimizi oluşturmalıyız. Elbette hiç olsun istemeyiz ancak şiddete maruz kalma ihtimali oluştuğu anda beyaz kod vermeli, adli ve idari mercilere şikayette bulunmalıyız. Sadece şikayette bulunmak da yetmez, yaptığımız şikayet başvurularının arkasında durmalıyız ve gerekli cezaların verildiğinin takipçisi olmalıyız.

Bu yazı Acil Tıp Bülteni’nin Eylül 2021 tarihli 9. sayısında yayımlanmıştır.

28 Mart 2022 0 comments
0 FacebookTwitterPinterestEmail
Newer Posts
Older Posts

Hakkımızda

  • Üyelik Başvuru Formu
  • Kurumsal Kimliğimiz
  • Gizlilik Politikası

Bize Ulaşın

  • Mustafa Kemal Mahallesi Dumlupınar Blv. No:274 Mahall E Blok Daire:18 Ankara
  • Telefon: (0312) 438 12 66
  • Email: bilgi@tatd.org.tr
@2024 – All Right Reserved. Designed and Developed by Themis
Facebook Twitter Instagram Linkedin Youtube Email
Acil Tıp Bülteni
  • Home
Giriş

Çıkış yapana kadar oturumumu açık tut

Şifrenizi mi unuttunuz?

Password Recovery

A new password will be emailed to you.

Have received a new password? Login here