Arzın Merkezine Yolculuk: İzlanda… İkinci Bölüm



Yazar: Sevilay Karaduman,1990-1996 yıllarında DEÜTF de üniversite eğitimini tamamlayıp, arkasından aynı üniversitede Acil Tıp ihtisası yaptı. Halen İzmir Özel Kent Hastanesinde Acil Tıp uzmanı olarak çalışıyor. İş hayatı dışında farklı rotalara ve kültürlere seyahat, spiritüel eğitimler, spor, sağlıklı ve doğal ürünlerle beslenme ile mutfak atölyelerine vakit ayırıyor.

İzlanda yazı dizisinin “Birinci bölüm” ü için lütfen tıklayınız.

Islak ama keyifli kısa bir yolculukla adını bir türlü söyleyemediğim Eyjafjallajokull volkanına geleceksiniz. 14 Nisan 2010 tarihinde faaliyete geçen ve uzun süre hava trafiğini gasp eden volkan yaklaşık 10 milyon yolcuyu etkilemiş, günlerce havaalanlarına insanları hapis etmişti. Ziyaretçiler için ufak bir ev ve fotoğraflar var. Biz ziyaret etmedik. Uzaktan volkanı görmek yeterli geldi.

Diğer önemli bir durak Skogafoss… 30 metre genişliğinde, 69 metre yüksekliği ile oldukça heybetli görünüyor. Her daim gökkuşağının eşlik ettiği şelalenin yanından merdivenlerle üstüne çıkabiliyorsunuz. Merdivenler yorucu değil ve yukarıdan manzarada müthiş. Herkes gibi merdivenlerle yukarı çıkıp hemen aşağı inmeyin. Şelalenin kaynağına doğru çok güzel bir yürüyüş yapabilirsiniz. Aşağıdaki kalabalık yerine burada yürüyüş yapan çok az kişi oluyor. Doğa, huzur, mutluluk… Kaynağa ulaşmak gibi bir hedef yok tabi, biz 30-40 dk yürüyüp, çektiğimiz güzel karelerle geri döndük.


Sırada Solheimasandur Plane Wreek var. Burası daha çok fotoğrafçıların hayalini süsleyen bir yer. 1973 yılında bir kargo uçağı İzlanda’nın ıssız güney kıyılarına acil bir iniş yapmak zorunda kalıyor. Mürettebatın tamamının kurtulmayı başardığı kazanın sebebi bulunamıyor. Kazadan sonra enkazı kaldırma maliyeti çok yüksek bulunuyor ve olduğu yerde bırakılıyor. Volkanik parçalarla kaplı uçsuz bucaksız kumsalda sessizce yatan enkaz hem ürkütücü hem de etkileyici görüntüsü ile dünyanın dört bir yanından fotoğrafçıları çekmeye başlıyor ve en nihayetinde ülkenin en turistik yerlerinden biri haline geliyor. Buraya gidebilmek için aracınızı park ettikten sonra rüzgarla haşır neşir bir şekilde 45 dk yürümek gerekiyor. Birde dönüşün olduğunu da hatırlatalım. Arkadaşlarım yolu biraz zahmetli buldular. Benim için ise bir yığın insanın konuşmadan, sessiz bir şekilde, görünmeyen bir hedefe doğru, volkan taşlarının üzerinde yürümesi biraz mistikti açıkçası. Aracımıza döndükten sonra herkes çektiği neşeli fotoğraf karelerine bakarken yorgunluk çoktan unutulmuştu ve iyi ki vazgeçmedik nidaları yükseliyordu.

Vik kasabasına yaklaşırken beni büyüleyen Dyrholaey yarımadasına geliyoruz. Metrelerce yükseklikteki lavlardan meydana gelen bu yarımada, Atlantis Okyanusunun dev dalgalarının oluşturduğu 120 metrelik delik bir kaya görünümünde kemer ile sonlanıyor. Ve simsiyah bu delikli kemer şeklindeki doğal yapıyı izlerken hem ürküyor hem de büyüleniyorsunuz. Bu kemeri en iyi deniz fenerinin olduğu tepeye çıkarak görebilirsiniz.  Be tepeye çıkmadan Dyrholaey’ den ayrılmayın. Tepeye çıkmadan yola devam ederseniz nutkunuzun tutulacağı sanki sonsuza uzanan simsiyah bir plajı kuşbakışı göreceksiniz. Ben ne seyretmeye ne de fotoğraflarını çekmeye doyamadım. Yönünüzü doğuya çevirdiğinizde ise okyanusun ne kadar yetenekli bir heykel tıraş olduğunu düşündürecek lav kayalarına rastlayacaksınız. Buradaki siyah plaj ise çok ince lav kumlarından oluştuğu için sanki ‘ben bu gezegene ait değilim, sen Dünya’da değilsin’ diye bağırıyor. Bu yarım ada aynı zamanda İzlanda’nın sembollerinden olan Puffin denilen kutup martılarının konaklama yeri. Puffinler yazın burada yumurtladıkları için yarımada kuş gözlemcilerinin ziyaret noktalarından biriymiş. Bizde gezerken bu sevimli puffinleri görme şansını yakaladık.

Yarımadadan 20 km sonra Reynisfjara Black Sand Beach’  e geliyoruz. Game of Thrones’ un bölümlerinin çekildiği turistik noktalardan biri. Siyah volkanik çakıllardan oluşan plajı okyanus dalgaları adeta dövüyor. Her yerde tabelalar var. Sırtınızı okyanusa dönmeyin, dalgalara yaklaşmayın diye. Geçmişte dalgalara kapılarak ölmüş turist vakaları var. Bu plajı özel yapan oluşumlardan biri de Reynisfjall dağının eteklerindeki bazalt sütunlar. Soğuyan lavlar sayesinde oluşan ve gökyüzüne doğru yükselen merdivenleri andırması sebebiyle insanı hayrete düşüren bu doğal oluşuma Gardar deniliyor. Tabi ki bizde tüm turistlerin yaptığı gibi bu bazalt sütün merdivenlere çıkarak fotoğrafımızı çekiyoruz. Bazalt sütunların altında görmeden geçemeyeceğiniz oldukça geniş bir mağara da yer alıyor.

Sırada plaja çok yakın güneyin sevimli kasabası Vik var. Yaz başında lavantalarla süslü, oldukça keyifli bir kasaba. Biz burada gezip kısa bir mola verdik. Aslında ideal olan geziyi planlarken geceyi bu kasabada geçirmekmiş. Saat 17.00 suları biz Vik’ den ayrıldık. Halen mis gibi güneş var ve gün daha çok uzun.

Kasabadan çıkıp, adanın doğusuna doğru yol almaya başladık. İzlanda’ ya ateşin ve buzun ülkesi denmesinin sebebi işte tamda bu lokalizasyon. İlk olarak Eldhraun – Laufskalavvarda lav tarlalarını görüyoruz. Patlamalarla oluşan zehirli gazlar ve asit yağmuru, lavların ulaşabildiği alandan çok daha geniş bir çevreyi etkileyerek, bitki örtüsünü yok etmiş. Büyümesi yüzyılı bulan yosunlar cansız lav tabakası ile örtülü araziyi kaplayarak belki de gezegenimizde başka hiçbir yerde göremeyeceğimiz büyüleyici bir tablo ortaya çıkarmış. Gene nutkum tutuldu, gene şaşırdım. Nihayetinde hayatımda ilk kez böyle bir tarla görüyorum. Ziyarete gelen turistler lav taşlarını üst üste koyarak pek çok taş yığını yapmışlar. Zamanla bu bir geleneğe dönüşmüş ve enteresan fotoğraf kareleri ortaya çıkmış. Biz de turist olarak görevimizi yerine getirmeyi unutmadık.

Güzergahımız üzerinde görmeyi çok istediğim Fjadronyljüfur kanyonu var. Fakat güvenlik sebebi ile kanyon kapatıldığı için gezemedik. Görsellerde fotoğrafları etkileyici idi. Tuhaf şekillerle dolu kayalıklar ve ortasından geçen akarsu ile film setlerine ev sahipliği yapacak kadar muhteşem bir estetiğe sahip olduğu söyleniyor. 30-35 dk lık bir kanyon yürüyüşü ve sonunda şelale varmış. Ana yola geri dönüp buzullara doğru ilerlemeye devam ettik. Yol üzerinde Kirkjugolf ve Duerghamrar denilen bazalt sütunlarını gördük. Buralarda çok vakit harcamaya gerek yok açıkçası. Hatta vakit sorunu varsa, lokalizasyonu pas da geçebilirsiniz.

Gün içerisinde gördüğümüz bazalt sütunlar bir şelaleye yataklık etmiş ve ortaya güzel bir manzara çıkmış. Svartifoss’ a ulaşmak için aracı park ettikten sonra 45 dk kadar yürümemiz gerekti. Ekip olarak uzun bir gün geçirdiğimiz için bu yürüyüş kolay olmasına rağmen biraz bizi zorladı. Neyse ki manzara yorgunluğumuzu unutturacak, söylenmemizi bitirecek kadar güzeldi.

Skaftafell Buz Dağ’ ı ve Skaftafell Buz Mağarası’ da burada. Kasım ve mart ayları arasında özel kıyafetler ve ekipman ile rehber eşliğinde buz mağarası turları yapılıyormuş. Bu dönemler dışında buzullar eridiği için mağaralar çok tehlikeli olabiliyormuş. Kışla birlikte tekrar donan ve yapısı değişen mağaralar her sene rehber ile keşifler sonrası tura açılıyormuş. Avrupa’ nın en büyük buzulu ünvanını taşıyan Vatnajökull Buzulu’ nu da uzaktan görüp fotoğrafını çektikten sonra ‘tekrar gelmelisin, buz mağarasını görmelisin’ diye bana bağıran zihnimi susturmaya çalışarak yola koyuldum.

Sıcak bir çorba içip biraz soluklanacak kadar Hof kasabasında durduk. Kasabaya girme ve çıkma süresi artık tahmin edebileceğiniz gibi çok kısa. Sıra Jökulsarlon Buzul Göl’ ünde… Burada yürüyüş yaparak su üzerindeki buz parçalarını izleyebilir ve güzel fotoğraflar çekebilirsiniz. Tur satın alarak tekne ile göl üzerinde gezebilirsiniz. Ama benim gibi unutmayın; acil servisler gibi her yer 24 saat çalışmıyor. Saat 22.00 (gün hala aydınlık) olduğu ve tur firmaları kapandığı için biz maalesef yapamadık. Gölün yanı başındaki Diamond Beach’ e de uğramak bence iyi bir fikir.  Siyah kumsala vuran küçük büyük buz parçalarını kesinlikle görün derim.  

Nihayet konaklayacağımız Höfn kasabasına geldik. Bu bölgenin en büyük kasabası. Burası için iki güzel restoran önerisi vardı fakat saat gece yarısını geçtiği için restoranlar kapanmıştı. Temizliği yapılan restoranlar yorgun ve aç olan bize çok da hoş göründü. O saatte açık olan hangardan bozma bir bara girip bir şeyler atıştırıp, içerken günün kritiğini yaptık. Gün ne kadar uzun olursa olsun tüm bu güzellikleri bir güne sıkıştırmak mantıklı değil ayrıca insan bedeni yoruluyor ve mekanlar kapanıyor diye sohbeti bağladık. Siz siz olun Vik kasabasında kalarak bu günü ikiye bölün.

Sabah erkenden hostelde kahvaltı yapıp, yol için kahve ve çay hazırlıklarımızı yapıp güne başlıyoruz. Bugün dönüşümlü araba kullanarak en uzun yolu yapacağız. Doğu fiyortlarında çok turistik yer yok. Sık sık fotoğraf molası vermemizi gerektiren kartpostal gibi manzaralar ise cabası. Yollarda çoğu zaman tek araba seyahat ediyoruz. Neredeyse kasaba bile yok. Okyanus, bulutlar, şelaleler, lav tarlaları ve karlı dağlar bize poz veren seyahat arkadaşlarımız.

İzlanda rotamızı anlatmaya yarınki yazımızda devam edeceğiz… Takipte kalın…

Paylaş Paylaş