Yurtdışında Doktorluk ve Yaşam – İsveç


Kuzeyin soğuk ama sempatik bir o kadar da şahsına münhasır (bknz. Corona-İsveç ekolü) ülkesinden tüm acil tıpçılara selamlar. Mesleğini şu anda İskandinavya’da sürdürmekte olan bendeniz sizlere becerebildiğim ölçüde İsveç’ten ve burada Acil Tıpçı olmaktan bahsedeceğim. Bunu yaparken bu yola nasıl ve hangi koşullarda girdiğime az biraz değinip aklında yurtdışı olan arkadaşlara da bir fikir verebilmeyi amaçlıyorum.

Öncelikle bilmeyenler için kısaca kendimden bahsedeyim. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi mezunu olup, gerçek anlamda mesleği ve Acil Tıbbı, Bakırköy Sadi Konuk EA Hastanesi’ndeki asistanlığım sırasında öğrendim. Sonrasında mecburi hizmet, devlet, özel sektör derken şu an, bazen kendim de şaşırsam da İsveç’in Helsingborg adındaki şehrinde mesleğe devam ediyorum.

“Neden İsveç?”

Neden olmasın? Açıkçası bu soru burada da en çok duyduğum sorulardan. Asistanlığım döneminde defalarca ertelediğim “Observership” planımı, “lanet olsun” dediğim klasik bir mecburi hizmet gecesinde hayata geçirmeye karar vermem ile başladı herşey. Observerlık için şu anda da çalışmakta olduğum hastaneden kabul edilip, Observer programının son gününde ise iş teklifi almam nedeniyle kolları sıvayıp dil öğrenmeye başladım. “Neden İsveç’te observerlık?” sorusu ise bu yazının sınırlarını zorlar… Belki başka bir yazıya…

“Dil öğrenmek”

Açıkçası iş teklifi alana kadar meselenin bu kadar ciddiye bineceğini çok da zannetmiyordum. Lakin iş teklifi aldığım için kurum içi tayin istemek ya da bavulumla kapılarına gidip “Ben geldim!” demem de yetmezdi (bir ara bunu da yapmayı düşündüm gerçi). Peki nasıl olacaktı bu iş? Observerlık sürecini İngilizce ile halletsem de gereken en önemli şart C1 seviyesinde (en üst seviye:C2) bir İsveççe idi. Ve bu dili hayatınızın geri kalan kısmında mesleğinizi icra ederken kullanacağınızı düşünürseniz nasıl bir dil öğrenme süreci olması gerektiğini tahmin edebilirsiniz.

“Sınavlar sınavlar sınavlar…”

Kâğıt kürek işleri tamam… Dil de öğrenildi… Sırada ise tıbbi yeterlilik kısmı var. Avrupa’da birçok ülkede şart olarak genel tıbbi bilginin ölçüldüğü teorik ve pratik 2 aşamalı sınavları da geçmeniz gerekiyor. Buraya kadar hiçbir detayı vermeden kısaca bahsettiğim süreçler ülkeden ülkeye ufak farklılıklar gösterse de temel olarak aynı mantıkta ilerliyor. Sırasıyla: Doktor olduğunu kanıtla (kâğıt-kürek işleri), dili öğren (C1 sınavını geç) ve tıbbi yeterlilik (yine sınav) …

Ve eğer bütün bu aşamaları geçtiyseniz tebrikler! Artık o ülkede iş aramaya başlayabilirsiniz… En azından İsveç için kabaca böyle.

Yola Çıkmadan “Egolarını ve öz güvenini yavaşça yere bırak”

Dünyanın hastasını bakan, defalarca kritik girişimler yapmış, sayısız CPR’a imzasını atmış olan sen, bu şaşalı geçmişinin herhangi bir öneminin olmadığı bu ülkeye ya da Avrupa’ya hoş gelmiş oldun. Buraya kadarki bu uzun girizgahın amacı az da olsa bu sürecin maddi, manevi ve psikolojik arka planına dair bir fikri uyandırabilmek. Çünkü bundan sonrası egolarının ve öz güveninin bir miktar daha zedelendiği bambaşka bir süreç… Ama iş ortamımdan konuşmadan önce “Turistik” Avrupa ile “normal” Avrupa arasındaki farkı vurgulamakta fayda var. Keza Avrupa’da çalışmak denince “başkalarının düşündüğü” ile “gerçekte olan” arasındaki fark anlamlı. Her gün bir müzesini gezdiğin, meşhur bir heykelin önünde selfie çektiğin, kahvesini içip, güzel bir caddesinde yürüyüş yaptığın, anılarındaki Avrupa’dan ziyade artık orası senin yaşamak için çalıştığın bir yer. Yaklaşık 50-70 m2 büyüklüğündeki bir evde, temizlikçi/bakıcı “lüksü” olmayan, çamaşır günü için çamaşırhaneden sıra alan sıradan bir Avrupalısın. Sıradan bir Avrupalısın çünkü bu bahsettiğim şeyler burada orta-üst gelir sınıfı için gayet normal koşullar. Asgari ücret ile ortalama bir doktor maaşı arasında yaklaşık 1000-2000 Euro fark olduğunu ve ortalama bir ev kirasının da 1000 Euro olduğunu göz önüne alırsak çok da garipsemeye gerek yok. Lakin Türkiye’deki mevcut koşullarını bırakıp yeni “maceralara” atılmak isteyenlerin bu konuları araştırmadan veya hesap kitap yapmadan bu yola girmemesi önerilir. (Kanıt Düzeyi A-Öneri düzeyi Sınıf 1)

Artık yazının asıl kaleme alınma konusuna girmeliyim. Ama bir şekilde tüm bu süreçlerin birbiri ile alakalı olduğu gerçeği de göz ardı edilemeyeceği için bazı ön bilgilendirmeleri yaparak başlamak istedim. Bundan sonraki kısımda ise biraz daha spesifik olmaya çalışacağım. Lakin yazacaklarım İsveç özelinde olup, diğer Avrupa ülkeleri ile farklılıklar barındıracağını belirterek devam ediyorum.

Uzmanlığımız Kabul Oluyor mu?

Evet kabul oluyor. Fakat hemen değil! Uzmanlığının kabul olabilmesi için toplamda MİNİMUM 1,5 seneyi bulan ve bir nevi asistanlık benzeri bir süreçten geçmek gerekiyor. Bu sürenin ilk 6 ayı tıbbi lisansının onaylanması için bir süpervizör eşliğinde çalıştığın kalan kısmı ise tıbbi uzmanlık lisansının onaylanması için o klinikte asistan olarak geçirmen gereken süreden oluşuyor.

İsveç’te Acil Tıp Var mı?

Var. Bağımsız bir uzmanlık dalı olarak 2015 yılında kabul edildi. Bu yüzden halen diğer branşların etkisi hâkim. (Bknz. Hava yolu için yoğun bakımın aranması…) Fakat diğer bir açıdan Acil Tıp uzmanı sayısının henüz yeterli düzeyde olmamasından ötürü “Acil Tıp” iş olanakları açısından diğer branşlara oranla daha avantajlı.  Yani tabi ki garantisi yok ama acilci isen iş bulursun.

Çalışma Saatleri ve vardiyalar

Haftalık çalışma saatleri 40-45 saat arasında değişiyor. 24 saat nöbet ya da gün aşırı nöbet YOK. İstesen de tutamazsın. 3 tarz şift mevcut. Kabaca gündüz (08:00-16:30), akşam (14:00-22:00) ve de gece (20:00-08:00). Gündüz ve akşam vardiyalarının 30 dakikası devir için, 45 dakika-1 saatlik bölümü ise okuma/çalışma veya araştırma için ayrılıyor. Gece nöbetleri, haftasonları veya tatil günleri daha fazla katsayı ile çarpıldığı için oluşan fazla mesainin bir bölümü tatil günü olarak, bir bölümü de para olarak sana iade ediliyor.

Hasta Bakımı ve Temel İşleyiş

Her ne kadar Acil Tıp Eğitimimizi uluslararası öneriler ekseninde alsak da bunun pratikteki yansıması o ülkenin koşullarına göre farklılıklar içerebiliyor. Lakin asistanlığının veya uzmanlığının çoğu günü kriz koşullarında geçmiş benim gibi bir acil tıpçı için gerçek anlamda krizin hemen hemen hiç yaşanmadığı yeni bir ülkede mesleğini icra etmeye çalışmak kulağa hoş gelse de zorlayıcı idi. Söz gelimi BT/MR okuyabilmemden ziyade vertigo ile gelen bir hastada görüntüleme yapmadan santral nedeni dışlayabilme becerim daha kritik bir öneme sahip.  Çok iyi santral kateter takmak yerine artrosentez yapıp septik artrit tanısı koyabilmek daha elzem… Konsültanlarla yapılan tartışmalarda edindiğim ikna becerilerimi veya cevvalliğimin artık bir önemi yok. Tam tersine hastanın yatış endikasyonu var ise başka kimseye sormadan yatırabilirim. Fakat hastanın acilde ve veya serviste alması gereken tedaviyi, kontrol tetkiklerini, kronik hastalıkları nedeniyle alması gereken ilaçları düzenleyebilmek gerekiyor.  Uçana kaçana antibiyotik yazmamdansa, DVT tanısı koyduğum hastanın 3-6 aylık antikoagülan tedavisini Kalp damar cerrahisine ya da Kardiyolojiye danışmadan planlayabilmeliyim. Bu örnekler çoğaltılabilir. Asistanlığımız süresinde zaten almış olduğumuz tüm bu bilgi/becerilerinden bazıları mevcut koşullar, imkanlar veya gerekliliklerden ötürü geri planda kalabiliyor, bazıları ise daha öne geçebiliyor. Ama ülke dışına çıkıldığında senden beklenen şey, günü kurtarman veya kahraman olman değil tam tersine kitabına uygun davranman.

Kaç Hasta Geliyor?

Yeterince… Burada nitelik nicelik tartışması söz konusu aslında biraz da. Ortalama bir sayı vermek İsveç’in diğer bölgelerini bilmediğim için mümkün değil. Ama bir acil tıp doktoru saat başına 1-2 hasta bakıyor dersem abartmış olmam diye düşünüyorum. Gerçekten de Türkiye’deki meslektaşlarım için çok komik bir rakam olsa da bu sayının arkasında yatan bazı niteliksel özelliklerden bahsetmeliyim. Öncelikle Türkiye’de “yeşil” dediğimiz hasta toplamı burada acile gelmiyor. Gelse de triaj hekimi ya da çoğunlukla triaj hemşiresi tarafından ilgili birinci basamağa ya da eve yönlendiriliyor. İçeri gelen hastaların veya ambulans ile gelenlerin hepsi sarı/kırmızı sınıfına dahil hastalar. Bu hastaların muayenesinin yapılmadan önce çoğunlukla geçmiş dönem hasta dosyaları doktor tarafından inceleniyor ve gerekli notlar alınıyor. Hasta ile bu sırada bir hemşire çoktan buluşmuş oluyor ve vitalleri ile beraber hastayı size sunuyor. Hastayı muayene ederken sizden istenen detaylı ve eksiksiz bir muayene yapmanız (geçmiş öykü, alerjileri, mevcut ilaçları vs. vs. ). Sonrasında tetkik ve tedaviyi planlıyorsunuz.  Nihayet hasta muayenesi bittikten sonra hastadan edindiğiniz tüm bilgileri dosyalamanız gerekiyor. Bunun için mikrofon benzeri bir aparat yardımıyla hasta dosyasını ses kaydıyla bilgisayarda oluşturuyorsunuz. Ve tüm bu süreçler hastanın durumunun ne kadar kritik olduğuna bağlı olarak olması gerekenden daha uzun sürebiliyor.

Şiddet, şikâyet?

Bu başlıkla ilgili yazacak çok bir şeyim yok. Şu ana kadar (2 sene) ne bir şiddet olayı yaşadım ne de tanık oldum. Sadece doktora değil insanların birbirlerine karşı saygılı olmasının tabii ki de bunda payı çok büyük. Hastaya gerekli zamanı ayırıp, muayene-tetkik ve tedavi sonrası gerekli bilgilendirmenin yapılabildiği koşullarda hasta memnuniyeti arttığı gibi tıbbi hata oranı da düşük seyrediyor doğal olarak. Buna bağlı olarak şikayetler de az oluyor. Fakat şikâyet konusu ise bizde algılandığından biraz daha farklı. Şikayetlerin ele alınma şekli daha çok mevcut sıkıntının tekrarlanmaması için neler yapılabileceği üzerine. Şayet birini kasten öldürmediniz veya sakat bırakmadınız ise mesleki yaşantınızı derinden etkileyecek bir problem yaşamanız düşük bir olasılık. Dava, Malpraktis, Sigorta vs. kelimelere halen yabancılar ve umarım uzun bir süre daha böyle devam eder…

Peki mutlu muyum?

Daha önceden observerlık yapmış olmanın verdiği tecrübe nedeni ile neyle karşılaşacağımı bilmek açıkçası büyük bir avantaj olmuştu. Bu sayede kendimi zihnen az da olsa hazırlayabilme şansım oldu. Ve hiçbir adım amiyane tabir ile “PAT” diye hallolmadığı için hazırlık süreci sindire sindire ilerledi. Tüm bunlar ötesinde mutlu olup olmamak ne beklediğiniz ile alakalı. Kendi adıma mesleki önceliğim güvenlik, huzur ve sağlıklı koşullarda çalışmak olduğu için ve mevcut koşullar bunu sağladığı için mutluyum. Mesleki tatmin, dostlarım, ailem, “Rule Out”, gece yarısı lahmacunları ve nöbet ertesi aktiviteleri ise özlediğim, yerini kolay kolay dolduramayacağım eksikler olarak söyleyebilirim.

Son Söz…

Tavsiye vermeyi seven biri olmadığım gibi haddime de düşmez lakin bu ve benzeri kararların üzerine iyice düşünülmesi gerekiyor. Belli bir yaştan sonra yaşadığın şehri değiştirmek bile yeterince kritik bir karar olabiliyorken, bunu ülke bazında yapmak ciddi cesaret isteyen bir iş. Yine de insanoğlu doğası gereği macerayı seviyor, yeni arayışlara yelken açıyor.  Buna değip değmeyeceği ise son kertede size bağlı.

Umarım aklında yurtdışında çalışma planı olan meslektaşlarıma en azından İsveç’e dair fikir verebilmişimdir. Şimdilik hoşçakalın. Daha güvenli, sağlıklı ve huzurlu günlerde tekrardan karşılaşmak ümidiyle…

Galeri


Paylaş Paylaş